1886 yılında Alman farmakolog Ludwig Lewin, yerlilerin peyote dedikleri bir kaktüsün ilk sistematik incelemesini yaptı. Henüz tanınmayan bu kaktüs, ilkel dinler ve yerliler için çok uzun zamandır yakın bir dosttu. Yeni Dünya’ya ilk giden İspanyol gezginlerden birinin ifadesiyle onlar “peyote dedikleri bir kök yiyorlar ve ona sanki tanrıymış gibi saygı gösteriyorlardı”.
Bu kaktüse bu kadar saygı göstermelerinin nedeni, seçkin psikologların peyote’nin etkin maddesi olan meskalin’le deneyler yapmaya başladıklarında ortaya çıktı. Meskalin, uygun miktarlarda alındığında bilincin niteliğini derinden değiştiriyor, fakat bir farmakoloğun deposunda bulunan diğer herhangi bir maddeden daha az zarar veriyordu.
Yazar Huxley, Algı Kapıları kitabında gözlemciler eşliğinde yaşadığı meskalin deneyimini anlatıyor. Meskalin, Huxley’nin algı kapılarını öyle açıyor ki; Huxley, dünyayı daha önce görmediği şekilde görmeye başlıyor.
Bu yazı, Huxley’nin deneyimlerinin Zen Budizm, Taoizm ve Tasavvuf’taki benzerlikleri üzerine.

BİRİNCİ BÖLÜM: YOLA ÇIKIŞ

Kitabı okumaya başladığımda ilk başta hızlı geçtim ve yaklaşık %10’unu bitirdiğimde burada durmaya karar verdim. Çünkü altını çizdiğim bölümler beni kendilerine çağırıyordu ve okuyor olduğum bölüme konsantre olmamı zorlaştırıyordu. Üzerinde daha sonra -kitabı bitirince- düşünürüm dediğim yerlere dönmek ve orada onlara uzun uzun kafa yormak için kitaba baştan başlamaya karar verdim.

İkinci seferde oldukça yavaş okudum ve o bölümlerin üzerine uzun uzun düşünüp notlar aldım.

Algı Kapıları
Fotoğraf: nazlı_nl (Instagram)

İKİNCİ BÖLÜM: YOLDAKİ DERSLER

I. ADA MISIN SEN?

Nick Hornby’nin sinemaya da uyarlanan About a Boy kitabında baş karakter,“No man is an island” ifadesine “Every man is an island and I am fucking Ibiza.” diye karşılık veriyordu. Böylece tek başına, hiçbir insana ihtiyaç duymadan krallar gibi yaşayabileceğini ifade ediyordu. Tabii ki DVD’ler, CD’ler ve kahve sayesinde…

Bu ada-evren fikrine Huxley de henüz kitabının başında yer vermiş. Ama o tamamen deneyime, daha doğrusu deneyimin bireyselliğine odaklanmış. Ama, bu durumu iyi veya kötü olarak nitelememiş, sadece bir durum tespiti yapmakla yetinmiş.

“Bizler birlikte yaşıyoruz, birbirimizi etkiliyor ve tepki gösteriyoruz; ama her zaman ve her koşulda kendi başımızayız. Şehitler savaş alanına el ele girerler, tek başlarına çarmıha gerilirler. Birbirlerine sarılmış aşıklar bireysel coşkularını umutsuzca tek bir yüce benlik halinde kaynaştırmaya çalışırlar, ama boşunadır.

Doğası gereği her vücut bulmuş ruh, tek başına acı çekmeye ve zevk almaya mahkumdur. Duyular, duygular, iç görüler, hayaller… Bütün bunlar özeldir; sembollere ve ikincil ellerin aracılığı olmadan iletilemez. Deneyimler hakkında bilgi alışverişinde bulunabiliriz ya da bilgi toplayabiliriz, ama deneyimlerin kendilerini değil. Aileden ulusa her insan grubu ada-evren teşkil eder.”

Algı Kapıları – Aldous Huxley

Sayfa 10; İmge Kitabevi (10. Baskı)

Çeviri: Mehmet Fehmi İmre

Aynı konuya Viktor Frankl de Man’s Search for Meaning kitabında yer veriyor. Ama o, bu durumun adeta eşsizliğine odaklanıyor ve içerdiği fırsattan bahsediyor.

“Bir insan, acı çekmek kendisinin kaderi olduğunu anladığında, acısını tek ve eşsiz bir görev olarak kabul etmek zorunda. Acı çekme sürecinde bile kişi, evrende kendisinin eşsiz ve yalnız olduğu gerçeğini kabul etmek zorunda. Kimse onun acısını dindiremez ya da kimse onun yerine o acıyı çekemez. Kişinin bu benzersiz fırsatı, yükünü nasıl taşıyacağında yatıyor.”

Man’s Search for Meaning – Viktor E. Frankl

Sayfa 77, Beacon Press; 1st edition (June 1, 2006)

Alan Watts ise bambaşka bir şeye odaklanıyor: Hayatımızı mahveden şeyin, kendimizi bu deneyimden ayırmak olduğunu iddia ediyor.

“İnsan yaşamının bu kadar öfkelendiren ve sinir bozucu olmasının sebebi ölüm, acı, korku ya da açlık gibi gerçeklerin olması değil.

Çılgınca olan şey bu gerçekler olduğunda bizim daireler çizerek, dönerek, inleyerek, “ben”i bu deneyimden çıkarmaya çalışmamız.

Biz aynen bir amipmişiz gibi, ikiye bölünerek kendimizi hayattan koruyacağımızı sanıyoruz.

Akıl sağlığı, sağlamlık ve iç bütünlük, bölünmemiş olduğumuzun farkına varmamızda yatıyor. “Ben” ve “benim şu anki deneyimim” bir bütün. Orada ayrı bir “ben” ya da bir zihin durumu yok.”

Alan Watts – Wisdom of Insecurity

Sayfa: 86, Random House Books, Kindle Edition, 2011

II. SONSUZ ŞİMDİ

Huxley, meskalin deneyiminde bir tür “sonsuz şimdi” yaşadığından bahsediyor.

“… fanilik aynı zamanda ebedi hayattır, daimi bir yok oluş, aynı zamanda saf varoluştur, bir anlar demetidir, içlerinde, dile getirilemeyen, ancak bilinen bir paradoks nedeniyle bütün varoluşun ilahi kaynağının görülmesi gereken eşsiz parçacıklar toplamıdır.”

Algı Kapıları – Sayfa 14, 15

“… zamana karşı daha da bütünlüklü bir kayıtsızlık söz konusuydu. ‘Yeterince var gibi görünüyor.’ Araştırmacı zaman hakkında ne hissettiğimi sorduğunda bütün söyleyebileceğim buydu.

Yeterince var ama tam olarak ne kadar olduğu bütünüyle önemsizdi. Elbette saatime bakabilirdim, ama biliyordum ki saatim başka bir evrendeydi. Gerçekte ise içimde belirsiz bir süre duyumsadığım hissi vardı, hala da duyumsuyorum, ya da mütemadiyen değişen tek bir vahiyden oluşan sürekli bir şimdiyi de duyumsuyorum.”

Algı Kapıları – Sayfa 17

“…Uzun zaman önce ölmüş eski bir arkadaşımın deli karısı hakkında söylediklerini anımsıyorum. Hastalığın başlangıç dönemlerinde, hastanın henüz zaman zaman bilincine dönebildiği günlerde, bir gün arkadaşım hastaneye ziyaretine gidip onunla çocuklar hakkında konuşmak istemiş. Karısı bir süre dinlemiş, sonra adamın sözünü kesmiş. Ve ona, gerçekten önemli olan tek şeyin, burada ve şimdi olan biten olmasına, kollarını her oynatışında kahverengi yünlü ceketinin havada çizdiği şekillerin anlatılamaz güzelliğine rağmen, onun nasıl olup da orada bulunmayan bir çift çocuk için vaktini ziyan etmeyi düşünebildiğini sormuş.”

Algı Kapıları – Sayfa 46

Sonsuz şimdi kavramı birçok öğretinin temelinde yer alıyor. The Book of Chuang Tzu’da, Chuang-Tzu “insan ayna gibi olmalıdır” diyor. Çünkü ayna geçmişte yansıttıklarına takılıp kalmaz ya da gelecekte gösterebileceklerini düşünmez. O an ne varsa onu gösterir.

Şan-şöhreti isteme.

Plan yapma.

Bir şeyler yapmaya çalışma.

Bilgide ustalaşmaya çalışma.

Olana tutun ama bir şey olmak için tutunma.

Cennetten gelen her şeye açık ol ama onlara tutunma.

Sadece boş ol.

Mükemmel insanın aklı (kalbi) ayna gibidir.

Bir şeylerin sonrasını kovalamaz.

Bir şeyleri aramaz.

Bilgiyi aramaz, sadece cevap verir.

Sonuçta da her şeyin üstesinden gelir ve hiçbir şey ona zarar vermez.

The Book of Chuang-Tzu

Loc: 1423 (Kindle Edition)

Penguin Classics; Martin Palmer (Çeviri, Giriş), Elizabeth Breuilly (Çeviri)

Star Wars Bölüm I’de Obi-Wan ile Qui-Gon arasında şöyle bir diyalog geçiyordu:

Qui-Gon: Endişelerini merkezine koyma Obi-Wan. Tüm dikkatini ait oldukları yere, bu ana ve buraya ver.

Kenobi: Ama Usta Yoda geleceğin farkında olmam gerektiğini söyledi.

Qui-Gon: Ama karşılığında şu anı vererek değil. Yaşayan gücün farkında ol, genç Padawan.

Taoizm’in en eski metinlerinden Tao Te Ching’in 9. bölümünde şimdi burada olmaktan bahsediliyor:

Önündeki işle meşgul ol,

Yaptığın işlerde benliğini bir kenara it.

Evrenle buluşmanın yolu işte budur;

Tao’ya ulaşmanın yolu budur.

Notos Yayınevi

Çeviri: Tahsin Ünal

Tao Te Ching’in 14. bölümünde ebedi Tao’nun sırrı verilir:

Bütün başlangıçların ötesinde olan O’nu bilirsen

Burada ve şimdi olan her şeyi bilirsin.

Şu andaki her şeyi bilirsen

Ebedi Tao’yu bilirsin.

Tasavvufta da Mevlana; Sufi için “ibnül vakit” diyor. Yani Sufi, vaktin oğludur. Geçmişle gelecekle uğraşmaz. İçinde bulunduğu zaman neyi icap ediyorsa onu yapar. Böylece Tanrı’nın tecellisine uymuş, hükme itiraz etmemiş olur. (Bkz: Mesnevi, III. Cilt, 1425)

Alan Watts ise The Way of Zen kitabında “sonsuz şimdi”yi bir tür uyanış olarak görüyor:

“Amaçsız, kendine yeten bir “sonsuz şimdi” yaşamı uyanıştır. Aklında bir sonuç olduğu halde uygulamalara girişmek, bir gözün uygulamada diğer gözün de sonda olması demektir. Bu da samimiyet ve konsantrasyon yokluğu demek olacaktır.”

Alan Watts – The Way of Zen

III. ŞEYLERİ OLDUKLARI GİBİ GÖRMEK

Birçok öğretinin merkezinde yer alan “şeyleri oldukları gibi görmek” konusu, Huxley’nin meskalin etkisinde yaşadığı bir deneyim olarak karşımıza çıkıyor.

Şeyleri oldukları gibi görmek, o şeyi ona verilen isminden, kullanım amacından ve işlevinden bağımsız olarak ilk kez görmek gibidir. Yani berrak bir zihinle ya da bir çocuk gözüyle bakmaktır.

Açıkçası kitapta beni en çok şaşırtan şey buydu. Birçok öğretideki ulaşılması oldukça zor olan bu nihai aşama, meskalin sayesinde kişiye adeta hediye ediliyordu.

Alan Watts’ın The Way of Zen kitabında geçen Ch’ing-Yuan’ın ünlü bir sözünde şöyle deniyor:

Otuz yıl sürecek Zen çalışmama başlamadan önce

Dağları dağ, suları su olarak görürdüm.

Daha derin bir bilgi seviyesine ulaşınca

Öyle bir noktaya geldim ki

Artık ne dağları dağ

Ne de denizleri deniz olarak görebiliyordum.

Fakat şimdi işin temeline ulaşmış

Ve huzurlu bir durumdayım

Bir kere daha dağları dağ

Denizleri Deniz olarak görmeye başladım.

Salinger’in Zen bakış açısının en yoğun hissedildiği öyküsü Teddy’de sınırlı boyutların dışına çıkmaktan ve “şeyleri oldukları gibi görmekten” bahsediliyor:

TEDDY: (Nicholsan’ın kolunu işaret eder) Buna ne dersiniz?

NICHOLSAN: Ne demek yani? Kolum işte. Bir kol alt tarafı.

TEDDY: Öyle olduğunu nereden biliyorsunuz? Ona kol denildiğini biliyorsunuz, ama onun kol olduğunu nereden bilebilirsiniz? Elinizde herhangi bir kanıt var mı?

NICHOLSAN: Bir kol işte, Tanrı aşkına, bir kol da ondan. Bir kere diğer nesnelerden ayırt edilebilmesi için öyle adlandırılmış sadece.

TEDDY: Bakın işte mantıklı oluyorsunuz. Bana alışılmış, akıllı uslu bir yanıt verdiniz. Size yardım etmeye çalışıyordum. Bana canım istediği zaman, sınırlı boyutların dışına nasıl çıkabildiğimi sormuştunuz ya. Bunu yaparken tabii ki mantık kullanmıyorum. Kendimizi kurtarmamız gereken ilk şey mantıktır.

TEDDY: Adem’in cennette yediği o elmayı bilirsiniz, Kutsal Kitap’ta geçer. O elmada ne vardı biliyor musunuz? Mantık. Mantık ve akıl işleri. Elmanın içindekiler sadece bunlardı. İşte -diyeceğim şu ki- her şeyi olduğu gibi, gerçekten görmek istiyorsanız, aklı-mantığı kusup çıkaracaksınız içinizden.

Huxley ise deneyimini şöyle anlatıyordu:

Çiçeklere bakmaya devam ettim ve onların canlı ışıklarında soluk almanın niteliksel karşılığını bulur gibi oldum; ama başlangıç noktasına dönüşleri olmayan bir soluk alma, sürekli çelişkileri olmayan, ama sadece güzellikten üstün güzelliğe, derinden daha derin anlama tekrar tekrar akışları olan bir soluk alma. Zarafet ve değişim gibi sözcükler geldi aklıma ve elbette bu da, bu çiçeklerin ifade ettiklerinden biriydi. Gözlerim gülden karanfile ve o tüylü akkorluktan irisi oluşturan duygu dolu morun pürüzsüz tomarına geçti. Mutluluk veren görüntü, “Sat Chit Ananda” “olmak-farkındalık-mutluluk” ilk kez bu muazzam hecelerin ne anlama geldiğini, sadece sözcük düzeyinde, küçük ipuçlarından veya belli bir mesafeden değil, tersine kesin olarak ve bütünüyle anladım.

Sonra Suzuki’nin denemelerinden birinde okuduğum bir bölümü anımsadım. “Buda’nın Dharma Gövdesi nedir? (Buda’nın Dharma Gövdesi Zihin, Öylelik, Boşluk, Tanrı demenin bir başka şeklidir.) Bu soru bir Zen manastırında samimi ve şaşkın bir çırak tarafından sorulmaktadır. Marx kardeşlerden birinin uygunsuz ve hazırcevap ifadesiyle usta şöyle der: “Bahçenin sonundaki çalı”. – “Ya bu gerçeği fark eden adam…” diye kurcalar çırak kararsızca, “onun ne olduğunu sorabilir miyim?” Groucho çırağın omuzlarına asasıyla bir kez vurur ve yanıt verir: “Altın yeleli aslan”.

Bu bölümü okuduğumda, benim için sadece boşluğa gebe belirsiz bir parçaydı. Şimdi hepsi gün gibi aşikar, Euclid gibi dolaysız ve belirgindi. Doğal olarak Buda’nın Dharma Gövdesi bahçenin solundaki çalıydı aynı zamanda ve en az onun kadar doğal olarak şu çiçeklerdi. Benim (ya da daha doğrusu benim boğucu sarılışımdan bir an için kurtulmuş o kutsal ben olmayan olarak) baktığım her şeydi.

Algı Kapıları – Sayfa 15,16

“… İnsanın incelemesi gereken türden şeyler bunlar. Gösterişsiz, sadece kendileri olmaktan memnun, öylelikleri içinde kendine yeten, bir rol oynamayan, kendi yollarında ilerlemek için delicesine çabalamayan, dharma-gövde’den çözülmüş, Şeytan gibi Tanrı’nın inayetine karşı duran şeyler.”

Algı Kapıları – Sayfa 31, 32

“İşte insan böyle görmeli: Pantolonuma, raflardaki parlak kitaplara, Van Gogh’un iskemlesinden çok daha fazlası olan iskemlenin bacaklarına baktıkça böyle söylüyordum: İşte insan böyle görmeli, şeyleri gerçekten oldukları gibi. Fakat burada bazı çekinceler vardı. Çünkü insan eğer hep böyle görürse, başka hiçbir şey yapmak istemezdi. Sadece bakmak, sadece çiçeğin, kitabın, iskemlenin, pantolonun ilahi benlik-olmayan’ı olmak isterdi.”

Algı Kapıları – Sayfa 29

IV. DİL

Neredeyse her öğreti birbirimizi anlamak, iletişim kurmak için kullandığımız dili bir tür engel olarak görür. The Book of Chuang Tzu’da Lao Tzu “Konuşan bilmez, bilen konuşmaz” diyor. Çünkü bir şeyi kelimelerle ifade etmek, onu sözcüklere hapsetmektir, onu sınırlamaktır.

Tim Wilson ve Jonathan Schooler’ın “sözlü gölgeleme (verbal over-shadowing)” çalışmaları Lao Tzu’yu haklı çıkarıyor.

Bir grup insana kalitesi uzmanlar tarafından belirlenen ve tadı çok kötüden çok iyiye değişen reçeller tattırılıyor. Bu insanlardan reçelleri tadarken hangilerini beğendiklerini ve neden onu beğendiklerini ayrıntılı bir biçime açıklamaları isteniyor.
Deneydeki aynı özellikteki diğer gruba ise (yani kontrol grubuna) yine aynı reçeller tattırılıyor. Ama bu gruptan reçellere sadece puan vermeleri isteniyor.
Sonuçta çok ilginç bir durum çıkıyor. İlk gruptakilerin reçelde neleri beğendiklerini düşünüp, onları detaylıca açıklamaları; onları negatif yönde etkiliyor. İlk grup kötü kalitedeki reçelleri diğer gruba göre daha çok tercih ediyor ve o reçellerin daha iyi olduklarını düşünüyor.

Mesnevi’de de dilin perde olduğundan bahsedilir.

… Fakat söz dar, mana ise pek geniş.

Söz manaya daima kifayetsiz. Onun için Peygamber “Tanrı’yı bilenin dili tutulur” dedi.

Söz, hesapta usturlaba benzer. Usturlap göğü, güneşi ne kadar bilebilir ki?

Hele bu gök olursa… Bu öyle bir gök ki gökyüzü, buna nispetle bir katre. Bu güneş, o güneşe nispetle bir zerre.

Mesnevi – II. Cilt

3012-3015; Sayfa: 245

Doğan Kitap; Çeviren: Veled Çelebi

Bir adam senin baban olur ama başka birisinin de oğludur.

Birisine düşmandır, onun hakkında kahırdan ibarettir… Diğer birine lütfeder, iyilikle bulunur, onca iyidir.

Bir tek adam olduğu halde bak, yüz binlerce adı var. Bir vasfını bilen öbüründen amadır, öbür vasfını bilmeyebilir.
Kim, bu ad doğru ad diye isme yapışır, onu arasa senin gibi ümitsizliğe düşer, perişan olur.

Niye bu ağacın adına yapışırsın da dili, damağı acı, talihsiz bir hale düşersin?
Addan geç, sıfatına bak da sıfatlar, seni zata ulaştırsın.

Mesnevi – II. Cilt

3674-3679; Sayfa: 261

Doğan Kitap; Çeviri: Veled Çelebi

Keşke varlığın bir dili olsaydı da varlardan perdeyi kaldırsa, hakikati anlatsaydı!

Ey varlık nefesi, ona ait ne söylersen bil ki onun üstüne bir perde daha örttün.

Mesnevi – III. Cilt

4725, 4726; Sayfa: 406

Doğan Kitap; Çeviren: Veled Çelebi

Huxley ise kitabında dili şöyle anlatıyor:

“Dil ve diğer sembol sistemlerinden asla vazgeçemeyiz; çünkü sadece ve sadece onlar aracılığıyla kendimizi hayvanların üstünde bir yere, insan seviyesine çıkardık. Ama bu sistemlerin yararlanıcıları olduğumuz kadar, kolaylıkla kurbanları da olabiliriz. Sözcükleri etkin bir biçimde kullanmayı öğrenmeliyiz; ama aynı zamanda dünyaya, her verili gerçeği bir genel etiket veya açıklayıcı soyutlamanın bildik benzerliği içine sokarak bozan yarı donuk kavramlar aracılığıyla değil de, doğrudan bakabilme yeteneğimizi korumalı ve mümkün olduğunca güçlendirmeliyiz.”

Algı Kapıları – Sayfa 63

Huxley, dilin bu etkisinden meskalin sayesinde zihnin öteki bölgesine geçerek kurtuluyor.

“Zihnin öteki bölgesinde aşağı yukarı tamamen dilden kurtuluyor ve kavramsal düşünce sisteminin dışına çıkıyoruz. Sonuçta görsel nesneleri algılayışımız şimdiye kadar asla sözlerle giydirilmemiş, cansız soyutlamalarla sarmalanmamış deneyimlerin bütün tazeliğine ve çıplak yoğunluğuna sahip oluyor. Renkleri (mevcudiyetini damgalayan şeyler), aslında tamamen doğal olduğu için bize doğaüstü gibi gözüken bir parlaklıkla parlıyor –tamamen doğal çünkü ne dil tarafından ne de genelde mevcut dünyayı kendi zavallı insan görüntümüzle yeniden yarattığımız bilimsel, felsefi ve faydacı kavramlar tarafından zihinselleştirilmemişlerdir.”

Algı Kapıları – Sayfa 76, 77

Arrival filminde de dile değiniliyordu.

IAN: Biliyorsun okumalar yapıyordum şu fikir hakkında…

Yabancı bir dilin içine dalıp onda kendini kaybedersen beynindeki hücrelerin birbirine bağlanış şekli değişiyor. Beynini yeniden programlamış gibi oluyorsun.

LOUISE: Sapir-Whorf hipotezi bu.

Bu teoriye göre konuştuğun dil nasıl düşündüğünü ve her şeyi nasıl gördüğünü değiştiriyor.

Arrival

Arrival’da uzaylılar insanlığa yardım ediyor ve onların algı kapılarını açıyordu. Uzaylılar yani meskalin, öğrettikleri dil sayesinde zamanın doğrusal olmadığını anlatıyordu.

Dr. Louise Banks: Silah onların dili. Hepimize verdiler bunu. Bunun ne anlama geldiğini anlayabiliyor musun?

Colonel Weber: Yani eğer hayatta kalabilirsek heptatod dilini öğrenebiliriz.

Dr. Louise Banks: Eğer öğrenirse, gerçekten öğrenirsen, zamanı sen de onlar gibi algılayacaksın. Yani neler olabileceğini görebileceksin. Zaman onlar için farklı. Doğrusal değil.

Arrival – Denis Villenueu

V. BİRLİK

Neredeyse tüm öğretilerin merkezinde yer alan “birlik” düşüncesi, meskalin sayesinde Huxley’nin içine işliyor. Meskalin, Huxley’nin var olan her şeyle bir olmasını sağlıyor.

Tao Te Ching’in 1. bölümünde bu birlikten bahsedilir:

Tao ve harici alem farklıymış gibi görünseler de,

Gerçekte bir ve aynıdırlar;

Tek fark bizim onları nasıl tanımladığımızdadır.

Bu birlik o denli derin, o denli gizemlidir;

O denli derin, o denli yücedir!

O gerçeğin ötesinde hakikat,

Bütün bilinmezlere uzanan yol

Ve her şeyin özüne açılan kapıdır.

Gündüz gibi şulelenip parlamayı diliyorsan geceye benzeyen varlığını yak!

Varlığını o varlığı meydana getirenin varlığında bakırı kimya içinde eritir, yok eder gibi erit, yok et (de altın ol).

Sıkı sıkıya bene yapışmışsın (yokluğa ve birliğe ulaşmışsın). Bütün bozuk düzen işler, bütün bu perişanlıklar, ikilikten meydana çıkıyor.

Mesnevi – Cilt I

3010-3013; Sayfa: 126

Doğan Kitap; Çeviren: Veled Çelebi

Huxley ise şöyle anlatıyor:

“Tekrar çiçeklere bakarken neredeysem oraya dönmüştüm; her şeyin iç ışığıyla parladığı ve sonsuz bir önemde olduğu bir dünyaya dönüştü bu. O iskemlenin bacakları örneğin –yuvarlaklıkları ne kadar mucizevi, cilalanmış pürüzsüzlükleri ne kadar doğa üstüydü. O bambu bacaklara sadece bakarak değil, ama gerçekte onlara olarak birçok dakika geçirdim –yoksa birçok asır mı?- ya da daha çok kendimi onların içinde bularak; veya yine daha açık ifade etmek gerekirse –çünkü bu durumda “onlar” da yoktu- sandalyeyi oluşturan benlik-olmayanın içinde kendi benlik olmayanım olarak.”

Algı Kapıları – Sayfa 18

Huxley birliği, cinsel kucaklaşmayla pekiştiriyor.

“Cinsel kucaklaşma sırasında kişilik yok olur, birey kendisi olmaktan çıkar ve kişilikten uzak o muazzam evrenin bir parçası haline gelir.”

Algı Kapıları – Sayfa 105

Zen ustası Seung Sahn ise cinsel kucaklaşma örneğini bir adım öteye taşıyor.

“Tamam. Bir erkek ve kadını sex yaparken bir düşünün. Akıllarını kaybetmiş bir halde oldukça mutludurlar bu durumdan. Birden odaya elinde silah olan bir hırsız dalsın ve “Tüm paranızı verin” desin. Onların tüm o mutlulukları kaybolur ve çok korkarlar. ‘Lütfen bana yardım edin, lütfen yardım edin’. İşte bu küçük akıldır. Dışarıdaki şartların değişmesiyle o da sürekli değişir.

Şimdi diğer bir örneğe geçelim. Bu durumda adamımız mantrasına odaklanmış olsun. İşte bu tek akıldır. Aklı neredeyse hiç hareket etmemektedir. Ne içerisi ne de dışarısı var. Sadece boşluk. Yine hırsız girsin ve “Tüm paranızı verin” desin. Ama bu durumda adamımız korkmaz. Sadece “Om mani padme hum, Om mani padme hum (mücevher lotus çiçeğinin içinde)” vardır. Hırsız “Parayı ver yoksa öldürürüm der” ama adamın umrunda olmaz. Çünkü zaten ne ölüm ne de yaşam vardır. Yani adam hiç korkmaz.

Sıradaki “berrak akıl”. Bu adam her zaman Bodhisattva zihnindedir. Hırsız gelir ve “Tüm paranı bana ver” der. Adam da “Ne kadar istiyorsun?” der. Hırsız “Her şeyi ver” der. Adam da “Tamam” der ve her şeyini hırsıza verir. Korkmaz ama aklı adam için üzüntü duyar. “Neden bunu yapıyorsun? Şimdi keyfin yerinde ama ilerde acı çekeceksin” diye düşünür. Hırsız adama bakar ve onun korkmadığını görür ve yüzündeki şefkati fark eder. Bu yüzden hırsızın kafası karışır. Bu adam hırsıza parasını vermiş ve ona doğru yolu öğretmiştir.”

Dropping Ashes on the Buddha – Seung Sahn

Loc: 2645 Grove Press; (December 1, 2007); Kindle Edition

VI. MANTRA MANTIĞI

Birçok öğreti, sıklıkla söylendiğinde iyi geldiği düşünülen melodik ifadeler barındırır.

Budizm’in Nembutsu mezhebinde: Namu amida butsu
Zen Budizm’de: Om mani padme hum
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Tefvizname’sinde: Mevla görelim neyler neylerse güzel eyler.
Star Wars’da: “The Force is with me, I am one with the Force” (Güç benimle, ben Güç’le birim)

Onlar ki, inanmışlar ve Allah’ı anmakla kalpleri huzur ve doyum bulmuştur; çünkü bilin ki, kalpler gerçekten de ancak Allah’ı anarak huzura erişir.

Ra’d Suresi – 28. Ayet

Muhammed Esed – Kur’an Tefsiri

Salinger’ın Franny öyküsünde Franny şöyle der:

“Eğer o duayı üst üste söylersen -başlangıçta sadece dudaklarınla söylemelisin- sonunda ne oluyor, dua kendi kendine işler hale geliyor. Bir süre sonra bir şey oluyor. Ne oluyor bilmiyorum ama, bir şey oluyor işte, ve sözcükler kişinin kalp atışlarıyla eş zamanlı hale geliyor. Ondan sonra da sen fiilen durmadan dua ediyorsun. Bunun da senin bakış açın üzerinde muazzam mistik bir etkisi oluyor. Yani bütün amaç bu aşağı yukarı. Yani tüm bakışını arındırmak ve olup biten her şey hakkında kesinlikle yeni bir kavrayışa kavuşmak için yapıyorsun bunu.”

Huxley ise kitabında mantra mantığından bahsediyor. Mantranın mantığını bilimsel açıdan açıklıyor.

“Yedi birim oksijen ve üç birim karbondioksitin meydana getirdiği bileşim, bunu içlerine çekenlerde Meduna tarafından ayrıntılı olarak anlatılan belli fiziksel ve psikolojik değişimler ortaya çıkarmaktadır.

Nefesin uzun süre tutulması akciğerlerde ve kanda karbondioksitin fazlaya yoğunlaşmasına yol açar; karbondioksit yoğunluğunun artması da beynin indirgeme filtresi olarak etkinliğini azaltır ve hayali veya mistik deneyimlerin bilince girmesine izin verir.

Uzun süreli ve kesintisiz yapılan bağırma ya da şarkı söyleme de buna benzer, ancak daha belirgin sonuçlar ortaya çıkarabilir. Yüksek eğitimli olmadıkları takdirde şarkıcılar aldıklarından daha fazla nefes verme eğilimindedirler. Sonuç olarak akciğer havasındaki ve kandaki karbondioksit yoğunlaşması artar ve beyin indirgeme filtresinin etkinliği azaldığı için hayal deneyimi mümkün hale gelir. Bu da büyü ve dindeki o sonsuz boş tekrarların nedenini açıklar.

Algı Kapıları – Sayfa 116

VII. MELEK OLMAK

“Şimdi o uzak bölgenin insani veya insanüstü sakinlerine gelelim. Blake onlara “melekler” demişti. Ve gerçekte, hiç kuşkusuz onlar aynı zamanda, her dinin teolojisinde insan ile berrak ışık arasında aracılık eden varlıkların psişik ilksel görüntüleridir de. Bu insanüstü kişilikler, görsel deneyimleriyle birlikte hiçbir zaman “hiçbir şey yapmazlar”. (Cennetteki kutsal kişilikler de aynı şekilde pek bir şey yapmazlar.) Sadece “var olmak” onlara yeter.

Algı Kapıları – Sayfa 98

Bu cümlede geçen “sadece var olmak” ifadesi oldukça dikkatimi çekti. Meleklerin tek görevi sadece var olmaktı. Aslında yaşadığımız dünyada da birer melek olabileceğimizi düşündüm.

Astrofizikçi Neil deGrasse Tyson “hayattaki en şaşırtıcı gerçek” sorusuna cevap verdiği röportajda şöyle diyordu:

“Yani geceleri yukarı gökyüzüne baktığımda ve biliyorum ki biz bu evrenin bir parçasıyız, bu evrendeyiz ama bunlardan çok daha önemli bir gerçek daha var: Evren bizim içimizde.

Bu gerçekle yola çıktığımda evet biliyorum, birçok insan evren karşısında kendisini küçücük görüyorlar ama ben kendimi evrende büyük hissediyorum. Çünkü benim atomlarım o yıldızlardan geliyor.

Bir çeşit bağ var aramızda. Hayatta da istediğiniz bu değil midir? Bağlanmak istersiniz, önemli olduğunuzu hissetmek istersiniz, çevrenizde gerçekleşen olaylara katkı yaptığınızı görmek istersiniz.

İşte sadece yaşayarak, hayatta olarak tam da bunu yapıyoruz.”

Alan Watts da aslında benzer şeyi söylüyordu:

“Yapabileceğin hiçbir şey olmadığını bilmek başlangıçtır. Ders 1: Vazgeçiyorum.

Şimdi ne olacak? Kendini farklı ve pek tanıdık olmayan bir ruh haline bulacaksın. Sadece izleyerek… Herhangi bir şey elde etmeye çalışmayarak. Ummayarak. Aramayarak. Rahatlamaya çalışmayarak. Sadece izleyerek, amaçsızca…”

Become What You Are – Alan Watts

Alan Watts The Way of Zen kitabında Dharmadhatu öğretisini özetleyerek son sözü söylüyor:

Evrenin gerçek uyumu ancak her bir şey-olayın özgür ve spontan olarak müdahalesiz bir şekilde kendisi olmasına olanak sağlandığı zaman gerçekleştirilebilecektir.

Alan Watts – Zen Yolu

Sayfa 99

SONUÇ

Huxley, meskalin sayesinde sonsuz şimdiyi yaşıyor, şeyleri oldukları gibi görüyor ve var olan her şeyle bir bütün olabiliyor. Tüm bu deneyimler Budizm, Taoizm, Hinduizm ve Tasavvuf’ta ortak olarak bulunan, kişinin kendini bu öğretilere adadığında yaşayabileceği deneyimler ya da bakış açıları.

Bu açıdan baktığımda meskalin için bir tür kısa yol diyebilirim. Ya da bir tür demo. Benim düşüncem, bu deneyimlerin hayat değiştirici şekilde insanın bakış açısına işlemesi için kişinin bu yola kendini adayarak girmesi gerektiği. Yani meskalin sadece bir kapı açar, insanın kapıdan girdiğinde nelerle karşılaşacağını gösterir. Ama kapıdan girip orada devam etmek belli bir zihinsel farkındalıkla gerçekleşir. Bu zihinsel farkındalık ise bence Zen’in, Tasaavvuf’un ve Taoizm’in belli oranda karışımıyla kazanılır.

Ben şu şekilde özetleyebilirim:

Yola Zen’le başlamak oldukça tehlikeli olabilir. Çünkü Tao olmadan Zen, bazı arzuların şımartılmasına dönüşebiliyor. Hatta bir arkadaşım tam da bu nedenle Zen’i bazı davranışlarının kılıfı olarak kullanıyor. (Bakınız: Bir arkadaşım ekolü)
O yüzden Zen için 102 dersi, Tao için de 101 dersi diyebilirim. İnsan, Taoizmle hangi sesleri bastırması gerektiğini öğreniyor, Zen’le de asıl dinlemesi gereken sesi hayatında hakim kılabiliyor.
Ama bazı durumlarda Zen deneyimini uygulamak imkansız hale gelebiliyor. İşte bu gibi durumlarda da devreye Tasavvuf giriyor. Bu da Tasavvuf’u 102’nin Lab dersi yapıyor.

KAPAK FOTOĞRAFI: Steve MCCURRY; Boy in Mid-Flight, 2007.

8 YORUM
  • Abdullah Subaşı
    Yanıtla

    Valla kitabı okusaydım bu kadar bilgi sahibi olamadım.Emeğinize sağlık.

  • Neva Atay
    Yanıtla

    Sevgili Ömer Ceran teşekkürler 🙏

  • Ayten
    Yanıtla

    Kitabı okurken, sadece kitabı okumanın yetmeyeceğini düşünüp, küçük bir araştırmayla bir sürü içerik okudum ama hiç biri bu kadar aydınlatmadı. Sayenizde, okuyanacaklar ve seyredilecekler listem kabardı. Bir taraftan anladığımı düşünürken, diğer taraftan ne kadar da çok bilmediğimin farkına vardım.
    Teşekkürler, tüm bu analiz ve anlatım için. İyi ki varmışsınız.

  • Nalan Savaş
    Yanıtla

    Çok keyif aldım okurken, düşündüm notlar aldım, dönüp tekrar okudum. Elinize aklınıza sağlık.

YORUM YAP

Arayış