ASKERLİKTEN AN’LARIM

2010 Ocak ayıydı ve ben “Her Türk bebek doğar” pankartı taşıdığım bir eylemdeydim. Bundan tam bir sene sonra ise yine bir Ocak ayında, ironik bir şekilde kendimi “Olmuyor, daha yüksek sesle! Haydi!” diyerek HER-TÜRK-ASKER-DOĞAR marşını 300 kişilik bir acemi bölüğüne söyletirken buldum. İyi ki de bulmuşum.

Karşınızda Joseph Campbell’in Hero’s Journey’inin izinden askerlik anılarım:

KISA DÖNEM, Mu. Elkt. ve Bil. Sis. (MEBS) Okl. ve Eğt. Mrk. K.lığı MAMAK ANKARA

Posted by Ömer Ceran on Thursday, December 9, 2010

BİRİNCİ BÖLÜM: MACERAYA DAVET

O dönemki genelkurmay başkanı askerlik sistemindeki, üniversite mezunlarıyla üniversite mezunu olmayanlar arasındaki eşitsizliği gidermek için bir formül önerdi: Herkes için 12 ay olan tek tip askerlik. Bir sonraki celp döneminde yasalaşması için de girişimlere başladı.

Kafamda hiç askerlik olmamasına rağmen bir an önce askerliği aradan çıkarma düşüncesiyle askerlik şubesine gidip Ekim 2010’da askere gitmek istediğimi belirten dilekçeyi verdim.

149610_449192311591_1340442_n

1 Aralık 2010: Yedek Subay Sınavı

Üniversite mezunuysanız askerliğinizi iki şekilde yapabiliyorsunuz. Ya 6 ay kısa dönem ya da 12 ay ücretli yedek subay olarak. Bunun belirlenmesi için bir sınava giriyorsunuz.

O sene sınav oldukça zordu, büyük ihtimal TÜBİTAK hazırlamıştı. Çünkü bir sene TÜBİTAK, bir sene ÖSYM hazırlıyordu (kusura bakmayın ama bu fen lisesi geyiğini yapmak zorundaydım).

Sınavdan sonra bir takım bürokratik işlemler vardı. Onlardan en sonuncusu ise üniversite diplomanızı gösterip fotokopisini vermenizdi.

ODTÜ diplomamı gören memur “Bu üniversiteyi YÖK tanıyor mu?” diye sordu. Ben de bunun bir şaka olduğunu düşünüp, TSK’nın bana sıcacık merhabası diye yorumladım. Ve aynı sıcaklıkta bir karşılık verdim: “YÖK artık, tabii ki tanıyor”. Benim bu cevabımdan sonra bir sessizlik oldu. Anlaşılan o ki, memur espri yapmıyormuş.

9 Aralık’ı 10 Aralık’a Bağlayan Gece Saat 12.01

İnternet başında askerlik hizmetimi nerede ve ne olarak yapacağımın belli olmasını bekliyordum.

Ekranda “muhabere” sözcüğünü gördüm. Ve muhabere iletişim demekti. Ben de reklam yazarı olarak bir tür iletişimciydim.

Bir anda her şey mantıklı gelmeye başladı. Silahlı kuvvetlerin iletişim çalışmalarında çok başarılı olduğu söylenemezdi. Düşünsenize geçmişinizde o kadar darbe var ve en güvenilir kurum unvanını da kaybediyorsunuz.

Silahlı kuvvetler için yeni bir iletişim ve PR çalışması şarttı. Bunun için birini arıyorlardı. O kişi de ümit vadeden genç bir reklam yazarından başkası olamazdı.

Kendimi yeni e-muhtırayı yazarken hayal etmeye çoktan başlamıştım bile. İşte askere giderken aklımda bu düşünceler vardı.

Bundan tam 3 ay sonra ise kendimi hafta içi çarşıya çıkmak için yazdığım dilekçenin revizyonlarını yaparken buldum. Bölük komutanımız sivilde metin yazarı olduğumu bilmeden “bu dilekçenin metin yazımını beğenmedim, düzelt” diye emir verdi.

O an dördüncü duvarı yıkıp (breaking the 4h wall) Nick Hornby’nin High Fidelity’sindeki gibi beni en çok şaşırtan revizyonlardan bir liste yapmak istedim.

İKİNCİ BÖLÜM: DAVETİN REDDİ

Teslim olduğum yani askerlik görevimi yapacağım yere ilk gittiğim an bende bir şok etkisi yarattı. Çünkü liseyi ve üniversiteyi yatılı okumuş biri olarak az çok neyle karşılaşacağımı tahmin ediyordum. Ama yaşadığım bu deneyime benzeyebilecek herhangi bir şeyle karşılaşmamıştım daha önce. Yani “askerlik şunun gibi” diyemiyordum. Çünkü öyle bir şey yoktu. 

Sağ ve sol koluma Nike benzeri birşey taktılar ve bir tür onbaşı olduğumu iddia ettiler. Şu ana kadar gördüğüm tek faydası ise gazinoda en öne oturup kumandayı alıp cnbc-e'yi açabilmek oldu.

Posted by Ömer Ceran on Sunday, January 9, 2011

Hızla yükselmeye devam ediyorum, geçen hafta çavuş oldum. Artık gazinoda Cnbc-e'nin yanında e2, dream tv ve ntv'yi de açabiliyorum.

Posted by Ömer Ceran on Friday, January 28, 2011

İlk hafta sonu “eğer ben bir hafta daha burada kalırsam kesinlikle kafayı yerim” dedim kendi kendime. 6 ay daha kalırsam ise terhis olan benin önceki benle kesinlikle bir alakası olmayacaktı. Bu yüzden bir an önce bir şekilde rapor alıp buradan uzaklaşmalıyım diye düşünmeye başladım.

Gündüzleri eğitim çavuşuyum acemileri eğitiyorum, akşamları alayın sinemacısıyım alayına her akşam film gösterimi yapıyorum, geceleri ise 2 saat nöbet tutuyorum, geriye kalan vaktimde ise kitap okuyorum.

Posted by Ömer Ceran on Sunday, February 6, 2011

Sıcacık bir sohbet için bana "0312 388 0233" no'lu telefondan ulaşabilirsiniz. Sinema Çavuşu Ömer demeniz yeterli.

Posted by Ömer Ceran on Sunday, February 6, 2011

Beni RAHAT'ta bekleyin.

Posted by Ömer Ceran on Sunday, March 27, 2011

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: ÖĞRETMENİN ORTAYA ÇIKIŞI

Özgürlük

Askerdeyken akşam kaçta yatacağınız, yatarken ne giyeceğiniz, sabah kaçta kalkacağınız, kalkınca ne giyeceğiniz, botunuzu nasıl bağlayacağınız (ilk 3 sıra düz, sonrası çapraz), kaçta kahvaltı yapacağınız, saç ve sakalınızın nasıl olacağı dahil her şey bellidir.

Tuvalete gitmeniz, üşürseniz eldiven takmanız ya da yakanızı kaldırmanız ise emre bağlıdır. Yani her an her istediğinizi yapmanızı engelleyen kurallar, emirleri altında yaşadığınız insanlar vardır. Neyse ki sivil hayatta emri altında yaşadığımız komutanlar yok. 

Yoksa var mı?

Bir gün nöbetteyken 50 metre önümdeki yoldan bir belediye otobüsü geçti. O an otobüstekilerin ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. Çünkü istedikleri zaman istedikleri durakta inebilirlerdi. Onlara “şu durakta şu saat aynen şu şekilde ineceksiniz” diye emir veren birisi yoktu.

Sonra düşünmeye devam ettiğimde şunu fark ettim: Bize nelerin doğru nelerin yanlış olduğunu ve neler yapmamız gerektiğini söyleyen dinler birer komutandı. Onları sorgulamadan “vardır bir hayır” düşüncesiyle kabul ediyorduk.

Ne zaman ne giymemiz gerektiğini söyleyen moda; ne zaman ne okumamız ne izlememiz gerektiğini söyleyen popüler kültür, best-seller listeler birer komutandı. Dünyanın her yerinde aynı restoran zincirlerinde aynı yemekler yeniyor; aynı kitaplar okunuyor, aynı filmler izleniyordu. Aslında dünyanın entellektüel nesli tükeniyor, yerel değerleri kayboluyordu. Ve biz zincir mağazalardan alışveriş yaparak, box-office filmler izleyerek, best-seller kitaplar okuyarak buna katkıda bulunuyorduk.

Sonuç odaklı bakış açımız, yaptığımız her eylemden bir sonuç elde etme çabamız bir komutandı. Süreçten aldığımız keyfin önüne geçiyor ve hayatımızı mekanik bir hale getiriyordu.

Amaçsız, kendine yeten bir “sonsuz şimdi” yaşamı uyanıştır. Aklında bir sonuç olduğu halde uygulamalara girişmek, bir gözün uygulamada diğer gözün de sonda olması demektir. Bu da samimiyet ve konsantrasyon yokluğu demek olacaktır.

Alan Watts – Zen Yolu

Yalnızca eylem üzerinde hakimiyetin vardır, asla eylemin meyveleri üzerinde değil. Eylemin meyveleri için yaşama ama kendini faaliyetsizliğe de kaptırma.

Bhagavad Gita

Ve en büyük komutan, düşüncelerimizdi. Her şeyi düşünmemiz, tartmamız, akılla, mantıkla çözmeye çalışmak zorunda hissetmemiz hayatımızı tahmin edilebilir ve sıradan hale getirerek hayatımızda mucizelerin olmasını engelliyordu.

Adem’in cennette yediği o elmayı bilirsiniz, Kutsal Kitap’ta geçer. O elmada ne vardı biliyor musunuz? Mantık. Mantık ve akıl işleri. Elmanın içindekiler sadece bunlardı. İşte -diyeceğim şu ki- her şeyi olduğu gibi, gerçekten görmek istiyorsanız, aklı-mantığı kusup çıkaracaksınız içinizden.

 Salinger – 9 Öykü (Teddy)

Aklını tüm düşüncelerden temizle ki

Kalbin huzura ersin.

Tao Te Ching – 16. Bölüm

Yani sivil hayatta kendi isteğimizle askerlik yapıyorduk.

Hayattaki En İronik Gerçek

Haftada bir gün çarşı iznimiz vardı. Cumartesi ya da pazar 9:00 gibi çıkar, 5:00 gibi de dönerdik. Saatler ileri alındığında ise dönüşümüz 7:00’ye kadar uzamıştı. Hatırlıyorum da o gün o kadar uzun gelmişti ki bize, Ankara’da 3 farklı ilçeye gitmiştim o saatler arasında.

Bu arada çarşı izni şu hayatta yaşayabileceğiniz en keyifli deneyimdir. Çünkü zaman kısadır, her an değerlidir ve bunun doya doya yaşanması gerekir. Askerde olduğunuzu kafanızdan atarsınız ve sadece o ana odaklanırsınız. 

Askerliği üniversiteyi okuduğum şehir olan Ankara’da yaptığım için şanslıydım. Çünkü çarşı izinlerimde üniversiteden arkadaşlarımla buluşabiliyordum.

Ben o sınırlı zaman dilimimde hayat dolu ve anın tadını çıkarırken buluştuğum arkadaşlarım hep şikayet ederdi. Birisinin işiyle, diğerinin sevgilisiyle ilgili sorunları varken ötekisi aşk acısı çekiyordu. Hepsinin ortak özelliği ise sürekli şikayet etmeleriydi.

Kimse onları bu şekilde yaşamaya zorlamıyordu. Şu an yapıyor oldukları hiçbir şeyi, yapmak zorunda olmadıkları gerçeğinin farkında değillerdi. İstese işinden istifa edebilir, istese sevgilisinden ayrılabilir, istese ilanı aşkını yapabilirdi. Ama yine de hiçbiri bunu yapmıyordu. Çünkü komutanın kesin emri vardı.

Bir gün o kadar sinirlendim ki bu şikayetler karşısında ve şöyle dedim: “Abi sen hayatta olmayı hak etmiyorsun. Senin yerinde olmak için her şeyini verecek ölüler var. Hani hayatta olmasan derim ki o zaman “tamam, şikayet etmek için bir nedenin var” ama abi hayattasın işte!”

İnsanların kötü bir yemek, soğuk bir kahve, reddedilme ya da kaba karşılanma gibi nedenlerle nasıl kötü bir gün geçirebildikleri ya da öfkelenebildikleri bazen beni şaşırtıyor. Yalnızca hayatta olmanın olağanüstü bir şans, muazzam büyüklükte rastlantısal bir olgu olduğunu çabuk unutuyoruz.

Hayalinizde yeryüzünden bir milyar kat büyük bir gezegenin yanında bir toz zerresi canlandırın. Toz zerresi dünyaya gelme olasılığınızı, devasa gezegen ise dünyaya gelmeme olasılığınızı simgeler. Bu yüzden ufak tefek meseleler için endişelenmeyi bırakın. Kendisine hediye edilen şatonun banyosunda küf var diye, tasalanan nankör gibi olmayın. Hediyede kusur aramayı bırakın. Bir siyah kuğu olduğunuzu unutmayın.

Nassim Nicholas Taleb – Siyah Kuğu

Salinger’ın Teddy adlı öyküsünde Teddy “Hayat hediye edilmiş bir attır” diyor. Amerikan İngilizcesinde “hediye edilmiş atın dişine bakılmaz” diye bir deyim var. Anlamı “bedava verilen bir şey beğenmemezlik edilmez”.

Neil deGrasse Tyson hayattaki en şaşırtıcı gerçeğin bizi oluşturan atomların izlerinin evrenin başlangıcına kadar sürülebilmesidir diyor. Buna dayanarak da bir çıkarımda bulunuyor.

Peki hayattaki en ironik gerçek nedir biliyor musunuz? Milyarda bir olasılık olan hayat deneyimini yaşayan birinin, bir milyarder olduğunun farkına varmamasıdır.

Şafak=Sb(Antimon). Yeni bir akım başlatmak üzereyim. Şafağı periyodik tabloya göre sayıyorum artık.

Posted by Ömer Ceran on Sunday, March 27, 2011

Tüm mevzuatı okudum ve küpenin yasak olduğuna dair en ufak bir maddeye rastlamadım.

Posted by Ömer Ceran on Saturday, April 2, 2011

"Ömer komutandan gazinoda istediğimiz kanalları açmadığı ve sürekli anlamadığımız dillerde yayın yapan müzik kanalları açtığı için şikayetçiyiz."

Posted by Ömer Ceran on Saturday, April 2, 2011

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: EVE DÖNÜŞ (YAŞAMAK İÇİN ÖZGÜR)

Hinduizm ve Sufizm’de şöyle bir bakış açısı var: Karşılaştığınız her kişi, her olay kısaca her şey birer öğretmen. O olayı yaşamanızın tek sebebi ondan öğrenecek bir şeylerinizin olması. Eğer o öğretmenden o dersi almazsanız, o dersi alana kadar aynı öğretmenle tekrar tekrar karşılaşmaya devam edersiniz.

O açıdan diyebilirim ki askerlik, tanıştığım en sıra dışı öğretmendi.

Ben:Hapşuu! Komutan: Çok yaşa! Ben: Emredersiniz komutanım.

Posted by Ömer Ceran on Sunday, April 10, 2011

"Sanno Vivere" (Askerdeyken aldığım notlardan oluşan bir yazı hazırladım; fakat terhis olunca paylaşacağım, ne olur ne olmaz şimdi)

Posted by Ömer Ceran on Saturday, April 30, 2011
3 Yorum
  • Ahmet
    Yanıtla

    cok begendim

    • Ömer Ceran
      Yanıtla

      Teşekkürler.

  • Taş Ömer
    Yanıtla

    Güzel anılar ve çıkarımlar, keyifle okudum

Yorum Yap

Yazmaya başlayın ve sonrasında enter'ı tuşlayın.