KONUŞAN BİLMEZ

Bizim apartmana girdim. Saat gecenin bir buçuğu, kulağımda kulaklık… Bir gün önce keşfettiğim bir şarkıyı bir milyonuncu kez dinliyorum. Asansörü çağırdım. Beklerken de gözlerimi kapattım, dinlediğim şarkıyı adeta yaşıyorum. Ellerimi şarkının ritmine göre hareket ettiriyor, dans ediyorum. Gecenin bu saatinde kimsecikler de yok orada.
“Affedersiniz” diye bir ses duydum. Ses, hemen arkamda duran ve bana tuhaf bir şekilde bakan bir kızdan gelmekteydi. Asansöre geçmesi için ona yol vermemi istedi. Bu arada, ben şarkıyı yaşarken asansör gelmiş, fark etmemişim. Önünden çekildim. Kız bana tuhaf bir şekilde bakarak asansöre bindi ve gitti. Hatta giderken de kafasını sallıyordu.

O an yukarıya bakıp Tanrı’yı, Evren’i, Sistem’i alkışladım. “Helal olsun” dedim. 11 yıldır yaşadığım bu apartmanda, böyle bir komşumuz varken, onunla ilk karşılaşmamızı bu şekilde tasarladığı için.
Alkışladım, çünkü ilk defa, karşılaştığım bir insana, kendimi tam anlamıyla eksiksiz anlatabilmiştim. İlk defa, ilk kez tanıştığım bir insana, sözcüklerin neden olduğu tüm o perdeler olmadan kendimi net bir şekilde ifade edebilmiştim. İlk defa sözcükler, gölgelememişti iletişimi (verbal overshadowing).

Ben bunları düşünürken bir yerden reçel kokuları almaya başladım. Kokular, bir araştırmadan geliyordu.
Araştırma kapsamında bir grup insana, kalitesi tat uzmanları tarafından belirlenen ve tadı çok kötüden çok iyiye değişen reçeller tattırılıyor. Bu insanlardan, reçelleri tadarken hangilerini beğendiklerini ve neden onu beğendiklerini ayrıntılı bir biçimde açıklamaları isteniyor. 
Deneydeki aynı özellikteki diğer grup insana ise (yani kontrol grubuna) yine aynı reçeller tattırılıyor. Ama bu gruptan reçellere sadece puan vermeleri isteniyor.

Sonuç mu? İkinci grup (yani puan veren grup) son derece normal bir şekilde en kaliteli reçele fazla puanı veriyor, en kötü kalitedeki reçele ise en düşük puanı veriyor.
İlk grupta ise (beğendiği reçelde, neyi beğendiğini detaylarıyla açıklayan grupta) tam tersi bir sonuç ortaya çıkıyor. İlk grubun reçelde neleri beğendiklerini düşünüp, onları detaylıca açıklamaları; onları negatif yönde etkiliyor.
İlk grup kötü kalitedeki reçelleri diğer gruba göre daha çok tercih ediyor, daha çok beğeniyor ve o reçellerin daha iyi olduklarını iddia ediyor. (Tim Wilson ve Jonathan Schooler; 1991. Thinking Too Much, Journal of Personality and Social Psychology 60 (2): 181-92)

İşte bu duruma “verbal overshadowing” yani “sözlü gölgeleme” deniyor. Peki neden beğenimizi sözcüklerle detaylı bir şekilde anlatmak, ters bir etki yaratıyor? Ya da konuyu biraz daha genişletirsek, araya sözcüklerin girmesi neden bizim, şeyleri oldukları gibi görmemize (seeing things as they are) engel oluyor?

DÜŞÜNCE SİSTEMLERİ

Kararlarımızın, genel olarak 2 sistemin etkisi altında olduğunu söyleyebiliriz. Bunları Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Kahneman, Thinking Fast and Slow kitabında (Penguin Books, 2011, Sayfa 20-21) kolaylık olması açısından “Sistem 1” ve “Sistem 2” olarak adlandırıyor.

Sistem 1, hızlı ve otomatik bir şekilde ve en ufak bir çaba gerektirmeden çalışırken; Sistem 2 ise dikkat ve çaba gerektiren işlerde kontrolü ele alıyor.

Konuyu daha da açmak gerekirse, aşağıdaki durum ve işlemlerde Sistem 1 etkin görev alır:

2+2=?

Boş bir yolda araç kullanırken

Gazetenin manşetini okurken

Annem “neredesin” diye sorduğunda “yoldayım” diye cevaplarken

Aşağıdaki durumlarda ise Sistem 2 kontrolü ele alır:

Kalabalıkta sarışın asimetrik kesim kısa saçlı bir kızı ararken (bir arkadaşım bir ara böyle birini arıyordu da)

Dar bir alanda park yaparken,

Farklı marka kulaklıkları karşılaştırırken,

Whatsapp’ten gelen bir mesajı defalarca düşünüp defalarca yazıp sonra silip sonra ilk yazdığına dönüp o şekilde cevap verirken,

Kısaca Sistem 1, hızlı ve otomatiktir. Bilinçli herhangi bir kontrol ve en ufak bir çaba gerektirmeden çalışır.
Sistem 1, evrimsel olarak daha eskidir. Çok görmüş geçirmiştir.
Sistem 1 bilinçaltımızdır, içimizdeki sestir, kalbimizin sesidir, istemsizce yapılan vücut hareketidir, doğallıktır.

Sistem 2 ise bilinçli bir çabayla çalışır, uzun uzun düşünür, analiz eder, sorgular. Oldukça dikkatlidir.
Sistem 2’nin çalışması kişinin deneyimi, tercihleri ve konsantrasyonu üzerinedir.
Sistem 2, Sistem 1’e oranla evrimsel olarak daha yenidir. İhtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Sayesinde bugüne kadar sürekli gelişerek gelebilmişizdir.

Bu sistemlerden birini diğerine tercih edemeyiz. Bazı durumlarda Sistem 1’i kullanmamız gerekirken bazı durumlarda o işi ancak Sistem 2 ile çözebiliriz. Problem ise hangi sistemi dikkate alacağımızı bilemememizden ya da bir sistemin fark ettirmeden diğerinin yerini almasından kaynaklanıyor.

Şimdi reçel deneyine tekrar dönersek insanlardan neyi beğendiklerini detaylı bir şekilde anlatmaları istendiğinde, insanlar daha kötü kalitedeki reçelleri beğeniyorlar, onların daha iyi olduğunu iddia ediyorlar. Ama diğer grup reçelleri sadece puanladığında onlarda böyle bir durum yaşanmıyor. Peki neden böyle oluyor?

Öncelikle beğeninin, neyi sevdiğimizin ya da kısaca duygularımızın kontrolü Sistem 1’dedir. Duyguların Sistem 1 tarafından yönetilen hızlı düşünceler olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden herhangi bir durum karşısında biz hızlı karar vermek adına duygu ile düşünürüz. Bu yüzden verdiğimiz ilk tepkiler, kararlar genelde duygusal olur.

Reçelleri puanlandıran grup, “buna acaba kaç puan versem” diye düşünmez. Reçeli tadar ve tam o anda kaç puan vermesi gerektiği kafasında belirir. Bu süreçte hızlı düşünür ve Sistem 1’i kullanır. Bu yüzden puan veren grup, daha kaliteli reçele daha çok puan verir. Ama diğer gruptan hangi reçeli neden beğendikleri, detaylı bir şekilde anlatmaları istendiğinde detaylıca düşünmeye başlarlar. Sistem 1 çalışması gerekirken araya lanet olası Sistem 2 girer. Bu grup, reçelleri detaylı bir şekilde düşünürken artılarını eksilerini tartmaya başlar, belki birinin rengi daha açıktır, daha açık rengi olanın daha az yoğun olduğunu düşünüp daha kötü zannedebilirler. Ya da o reçeli tadarken “ben bunda neyi sevdim” diye düşünürken belki de o reçel onlara biraz daha tatlı gelir ve tatlı olanın daha şekerli olduğunu düşünerek onun sağlıksız olduğu sonucuna varabilirler. Kısaca fazla düşünmek ve onu sözcüklerle ifade etmek kişinin neyi beğendiğini fark etmesini engeller. O yüzden neyi beğendiğimiz, kimi sevdiğimiz, onda ne bulduğumuz konusunda eğer düşünürsek, bunun artılarını eksilerini çıkarırsak, sözle ifade etmeye çalışırsak beğenmediğimiz bir şeyi beğendiğimizi zannedebiliriz. Aman dikkat. Lütfen, burası önemli. Bir şeyi deneyin, tadın ve susun. Açıklamaya çalışmayın. Kendinize açıklama yapmak zorunda değilsiniz.

DİL PERDEDİR

Yıllar önce şunu fark ettim. İletişimin önündeki en büyük engel, konuşmak. Eğer sözcükler olmasa o kadar iyi anlaşabiliriz ki. Küçük bir bakış, bir gülümseme, vücudun ya da elin bir hareketi her şeyi açık ederken biz nedense sözcüklerle o şeyi kısıtlıyoruz. Sözcüklere o kadar bel bağlamışız ki sözcükler bizim bir şeyi olduğu gibi görmemize engel oluyor. Ve maalesef o şey için uygun gördüğümüz o sözcük, onun potansiyelini görmememizi sağlıyor.

… Fakat söz dar, mana ise pek geniş.

Söz manaya daima kifayetsiz. Onun için Peygamber “Tanrı’yı bilenin dili tutulur” dedi.

Söz, hesapta usturlaba benzer. Usturlap göğü, güneşi ne kadar bilebilir ki?

Hele bu gök olursa… Bu öyle bir gök ki gökyüzü, buna nispetle bir katre. Bu güneş, o güneşe nispetle bir zerre.

Mesnevi – II. Cilt

3012-3015; Sayfa: 245

Doğan Kitap; Çeviren: Veled Çelebi

Burada usturlabı bir tür teleskop olarak düşünebiliriz. Bir şeyi sözcüklerle ifade ederken de devasa gökyüzüne aslında teleskopla bakıyoruz. Sizce teleskopta gördüğümüz şey uzayı tanımlar mı?

Mesnevi’ye göre, dil ya da sözcükler aynı zamanda Asıl’a ulaşmamızın önündeki en büyük engeldir.

Bir adam senin baban olur ama başka birisinin de oğludur.

Birisine düşmandır, onun hakkında kahırdan ibarettir… Diğer birine lütfeder, iyilikle bulunur, onca iyidir.

Bir tek adam olduğu halde bak, yüz binlerce adı var. Bir vasfını bilen öbüründen amadır, öbür vasfını bilmeyebilir.
Kim, bu ad doğru ad diye isme yapışır, onu arasa senin gibi ümitsizliğe düşer, perişan olur.

Niye bu ağacın adına yapışırsın da dili, damağı acı, talihsiz bir hale düşersin?
Addan geç̧, sıfatına bak da sıfatlar, seni zata ulaştırsın.

Mesnevi – II. Cilt

3674-3679; Sayfa: 261

Doğan Kitap; Çeviri: Veled Çelebi

Zat yani asıl nedir? Bir şeyin özüdür. Eğer sözcüklerle o şeye bakarsak onun özünü hakikatini göremeyiz. Gördüğümüz ya da görebileceğimiz tek şey, sınırları o sözcük tarafından çizilen bir kutudur. Bu yüzden sözcüklerle veya kavramlarla düşünmemek aslında “kutunun dışında düşünmektir”.

Yine Mesnevi’ye göre, ne söylersek o şeye yeni bir perde daha koymuş oluyoruz.

Keşke varlığın bir dili olsaydı da varlardan perdeyi kaldırsa, hakikati anlatsaydı!

Ey varlık nefesi, ona ait ne söylersen bil ki onun üstüne bir perde daha örttün.

Mesnevi – III. Cilt

4725, 4726; Sayfa: 406

Doğan Kitap; Çeviren: Veled Çelebi

Dilin perde olduğundan bahseden tek kişi Mevlana değil. Aldous Huxley de aynı şeyi söylüyor. Ama önce Huxley’i tanıyalım biraz.

1886 yılında Alman farmakolog Ludwig Lewin, yerlilerin peyote dedikleri bir kaktüsün ilk sistematik incelemesini yapıyor. Henüz tanınmayan bu kaktüs, ilkel dinler ve yerliler için çok uzun zamandır yakın bir dosttu. Yeni Dünya’ya ilk giden İspanyol gezginlerden birinin ifadesiyle onlar “peyote dedikleri bir kök yiyorlar ve ona sanki tanrıymış gibi saygı gösteriyorlardı”.
Bu kaktüse bu kadar saygı göstermelerinin nedeni, seçkin psikologların peyote’nin etkin maddesi olan meskalin’le deneyler yapması sonucu ortaya çıktı. Meskalin, uygun miktarlarda alındığında bilincin niteliğini derinden değiştiriyor, fakat bir farmakoloğun deposunda bulunan diğer herhangi bir maddeden daha az zarar veriyordu.

Yazar Huxley, Algı Kapıları kitabında gözlemciler eşliğinde yaşadığı meskalin deneyimini anlatıyor. Meskalin, Huxley’nin algı kapılarını öyle açıyor ki; Huxley, dünyayı daha önce görmediği şekilde görmeye başlıyor. 

Algı Kapıları

Huxley, Algı Kapıları’nda dili hem ondan yararlanabileceğimiz hem de onun kurbanı olabileceğimiz bir kavram olarak görüyor.

Dil ve diğer sembol sistemlerinden asla vazgeçemeyiz; çünkü sadece ve sadece onlar aracılığıyla kendimizi hayvanların üstünde bir yere, insan seviyesine çıkardık. Ama bu sistemlerin yararlanıcıları olduğumuz kadar, kolaylıkla kurbanları da olabiliriz. Sözcükleri etkin bir biçimde kullanmayı öğrenmeliyiz; ama aynı zamanda dünyaya, her verili gerçeği bir genel etiket veya açıklayıcı soyutlamanın bildik benzerliği içine sokarak bozan yarı donuk kavramlar aracılığıyla değil de doğrudan bakabilme yeteneğimizi korumalı ve mümkün olduğunca güçlendirmeliyiz.

Algı Kapıları – Sayfa 63

Huxley ve Algı Kapıları kitabı ilginizi çektiyse Algı Kapıları yazıma göz atabilirsiniz.

PERDEYİ ARALAMAK

Peki perdeyi nasıl aralayacağız da ışık, bulunduğumuz ortama girebilecek? Dilin tüm bu sınırlayıcı etkilerinden nasıl kurtulacağız?

I. YENİ BİR DİL ÖĞRENMEK

Öncelikle, dilin sınırlayıcı etkisinden değil de kendi dilimizin sınırlayıcı etkisinden kurtulmak iyi bir başlangıç olabilir. Yani yeni bir dil öğrenmek kendi dilimizdeki düşünce yapısından çıkmamızı sağlayabilir. Arrival filmini hatırlarsınız. İzlediğim en iyi filmlerden biridir. Filmde geçen bir sahnede, Sapir-Whorf hipotezinden bahsedilir.

IAN: Biliyorsun okumalar yapıyordum şu fikir hakkında…

Yabancı bir dilin içine dalıp onda kendini kaybedersen beynindeki hücrelerin birbirine bağlanış şekli değişiyor. Beynini yeniden programlamış gibi oluyorsun.

LOUISE: Sapir-Whorf hipotezi bu.

Bu teoriye göre konuştuğun dil nasıl düşündüğünü ve her şeyi nasıl gördüğünü değiştiriyor.

Arrival – Denis Villenueu

arrival-trailer1-screen2

Filmin finalinde ise zamanı doğrusal kabul eden dilimizden, uzaylıların dilini öğrenerek kurtuluyoruz.

Dr. Louise Banks: Silah onların dili. Hepimize verdiler bunu. Bunun ne anlama geldiğini anlayabiliyor musun?

Colonel Weber: Yani eğer hayatta kalabilirsek heptatod dilini öğrenebiliriz.

Dr. Louise Banks: Eğer öğrenirse, gerçekten öğrenirsen, zamanı sen de onlar gibi algılayacaksın. Yani neler olabileceğini görebileceksin. Zaman onlar için farklı. Doğrusal değil.

Arrival – Denis Villenueu

Dilimizi bir düşünün. İkilik üzerine kurulu bir dile sahibiz. Eylemi yapan bir özne ve yapılan bir nesne var. Ama Çincede yapan ve yapılan ayrımı yok. Yani birlik üzerine kurulu bir dil. Budizm ve Taoizm gibi evrensel birliği savunan öğretilerin Çinden çıkmasına şaşmamalı.

II. IRAKSAK DÜŞÜNMEK

Her şeye bir isim vermemiz, pek çok şeyi bir kavramla açıklamaya çalışmamız o şeyi olduğu gibi görmemizi engelliyor. “Şeyleri Oldukları Gibi Görmek” (seeing things as they are) konusu neredeyse tüm Doğu felsefelerinin merkezinde yer alıyor. Zen Budizm, Tasavvuf ve Taoizm’de şeyleri oldukları gibi görmemiz için düşünceleri aradan çıkarmamız öneriliyor. Zen’de buna “aklın düşünce öncesi hali” (before thinking mind) deniyor. Eğer aklın düşünce öncesi haline geçersek, düşünceler aradan çıkar. Düşünceler aradan çıkınca da ikilik ortadan kalkar. Çünkü zihin hep ikilik üretir: Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin, geçmiş-gelecek… İkilik ortadan çıkınca da bir şeyi yalnızca doğru-yanlış olarak görmek yerine yanlıştaki doğruyu, doğrudaki yanlışı da görebiliriz. Peki, aklın düşünce öncesi haline nasıl ulaşacağız? Çözüm ıraksak düşünme pratiklerinde.

Yaratıcılık ya da düşünme şekillerini çok genel bir ifadeyle ikiye ayırabiliriz: Iraksak ve yakınsak düşünme (divergent and convergent thinking)

Ben burada sadece ıraksak düşünmeye odaklanacağım. Iraksak düşünme için kabaca, var olan bir probleme farklı çözümler bulma ya da bir nesneye farklı kullanım şekilleri verme diyebiliriz.

Iraksak düşünmeyi ölçmek için Olağan Dışı Kullanım Testi (UUT: Unusual Uses Test) yapılıyor. Deneklere sıradan bir nesne veriliyor (örneğin bir kaşık gibi) ve bu nesnenin başka hangi amaçlar için kullanılabileceği soruluyor.

Çocuklar bu testlerde yetişkinlere göre oldukça başarı sağlıyor. Çünkü onlar, bir kaşığı bizim ona yüklediğimiz sözcük olan “kaşık” olarak değil, baş kısmı yuvarlağımsı diğer kısımları uzun bir demir parçası olarak görüyor. Bu sayede de ona sadece yemek yeme işlevi yüklemiyorlar. O demir parçası da işte böylece başka her şey olabiliyor.

Çocukların bu testte yetişkinlere göre daha başarılı olmasının nedeni ise dili kullanmaya bizim kadar alışkın olmamaları.

Bu yazıyı okuduktan sonra şöyle bir şey deneyin. Gördüğünüz bir cismi hayatınızda ilk defa görmüş gibi davranın. Onun daha başka ne için kullanılabileceğini bir düşünün. Sonra her şeye bu şekilde bakmayı bir deneyin. İşte bu düşünce sizi inanılmaz bir şekilde özgür kılacak.

III. BEYNİN FİLTRESİNİ KAPATMAK

Beynimizin içinde filtre vazifesi gören ve adına Default Mode Network (DMN) (Varsayılan Ağ Modu)denen bir filtre var. DMN’yi bir şekilde kapattığımızda ya da bloke ettiğimizde, beynin daha önce iletişim kurmayan kısımlarının konuşmasını sağlıyoruz ve dil bir engel olmaktan çıkıyor.

Huxley, meskalin sayesinde filtreyi yani DMN’yi kapatıyor, dilin sınırlayıcı etkisinden kurtuluyor ve onun ifadesiyle zihnin öteki bölgesine geçiyor.

“Zihnin öteki bölgesinde aşağı yukarı tamamen dilden kurtuluyor ve kavramsal düşünce sisteminin dışına çıkıyoruz. Sonuçta görsel nesneleri algılayışımız şimdiye kadar asla sözlerle giydirilmemiş, cansız soyutlamalarla sarmalanmamış deneyimlerin bütün tazeliğine ve çıplak yoğunluğuna sahip oluyor. Renkleri (mevcudiyetini damgalayan şeyler), aslında tamamen doğal olduğu için bize doğaüstü gibi gözüken bir parlaklıkla parlıyor –tamamen doğal çünkü ne dil tarafından ne de genelde mevcut dünyayı kendi zavallı insan görüntümüzle yeniden yarattığımız bilimsel, felsefi ve faydacı kavramlar tarafından zihinselleştirilmemişlerdir.”

Algı Kapıları – Sayfa 76, 77

Zihnin öteki bölgesine geçmenin tek yolu Huxley’nin yöntemi değil. Meditasyon, ibadet, nefes egzersizleri, oruç ya da akışta olmak (flow) da aynı görevi görüyor. Bu konu ilginizi çektiyse, Tüm Kötülüklerin Anası: Ben  yazıma göz atabilirsiniz.

DENEYİM

Dilin koyduğu sınırlardan kurtulmanın bir diğer yolu da dile sınır koymaktır. Yani bir şeyi ifade etmeye çalışmaktansa onu deneyimlemektir. Bu konuda şöyle bir Zen hikayesi var.

Bir Zen ustası öğrencisini yanına çağırmış. Masadaki elmayı alıp “Bu nedir?” diye sormuş. Öğrenci şaşırmış. “Elmadır tabii ki” demiş. Usta da “Defol git lan, yazıklar olsun sana verdiğim emeklere!” deyip kovmuş o öğrenciyi.

Usta, başka bir öğrenci çağırmış yanına. Tekrar, elmayı göstererek “Bu nedir?” diye sormuş. Bu çocuk da “Bu kırmızı bir Amasya elmasıdır, ortalama bir elmaya göre daha büyüktür, tahminen dalından birkaç gün önce koparılmıştır” demiş. Usta da “Otur sıfır.” demiş. Çocuk şaşırmış. Usta devam etmiş “Yarın velini çağır.”

Usta, bir çocuk daha çağırmış. Aynı elmayı gösterip “Bu nedir?” diye sormuş. Bu seferki çocuk “Elma değil.” demiş. Usta “Helal lan!” demiş. Çocuk heyecanla “5 mi aldım?” diye sormuş. Usta “Bir buçuktan bir veriyorum” demiş. Çocuk “Nasıl yani, bir buçuktan iki olması gerekmiyor mu?” diye sormuş. Usta “Ben ne diyorsam o!” diye terslemiş çocuğu. Çocuk sinirlenmiş, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” demiş. Usta “Tibet valisinin çocuğu olsan ne yazar!” demiş. Bunu duyan çocuk daha da sinirlenmiş. “Usta bittin sen, seni Vietnam’a sürdüreceğim.” deyip sınıfı terk etmiş.

Usta hiç umursamamış ve bir çocuk daha çağırmış yanına. Yine elmayı gösterip “Bu nedir?” demiş. Çocuk hiçbir şey söylemeden elmayı eline alıp elmadan kocaman bir ısırık almış. Ustanın karşısında elmayı yemeye devam etmiş. Usta, “Aferin, bu son zamanlarda gördüğüm en güzel cevaptı.” demiş. Sadece bu son çocuk dersten geçmiş.

ÖZETLE

Seviyorsanız susun. Bir şeyi beğendiyseniz onu açıklamaya çalışmayın. Ben bunu neden beğendim diye hiç düşünmeyin. Onda ne buluyorum diye kendinize sürekli sorup durmayın. Kendinize hesap sormayı bırakın. Çünkü beğenmek ve açıklamak için beynin 2 ayrı odası var. Yanlış odada vakit kaybetmeyin.

Her şeye onu ilk kez görmüş gibi bakın. İkilikleri unutun. Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkinin dışında bir yer var. Orada olun.

Günümüzden 2500 yıl önce yaşamış Lao Tzu’nun Tao Te Ching kitabında da dediği gibi “Konuşan bilmez, bilen konuşmaz.”

KAPAK FOTOĞRAFI: Jeff Mermelstein – Sidewalk

4 YORUM
  • sami
    Yanıtla

    yine güzel bir yazı olmuş. Elinize sağlık hocam

  • Nazlı
    Yanıtla

    👏👍

  • sena
    Yanıtla

    durduğu yer ve baktığı açı bakımından yazınızı anlıyorum ve beğenerek okudum.
    ancak bilgi paylaştıkça çoğalan bir şey ve eğer bildiklerimizin kalıcı olmasını istiyorsak konuşarak aktarmak, anlatmak ve açıklamak zorundayız. işte bu noktada, ifadenin korkunç büyük bir gücü var, diğer yandan kalıcılaştıkça yozlaşan ve değişen bir şey bilgi. tam bir ikilem, aynı olması gerektiği gibi.

YORUM YAP

Arayış