RICHARD LINKLATER SİNEMASINDA ANLAM ARAYIŞI

Yolda karşılaşan iki insan, birbirlerinden gözlerini kaçırarak geçip gitmek yerine, ruhlarının karşılaşmasına izin verirler. Ve böylece bir Richard Linklater filmi başlamış olur.

Kendine has bir tarzı olan yönetmenlerden Richard Linklater’ın filmografisi aynı zamanda insanın anlam arayışı yolculuğudur. Ben de bu yazıda bu yolculuktan bahsedeceğim.

ANLAM, ADIM ATMADA.

Richard Linklater filmlerinde neredeyse hiçbir karakter gördüğü ve beğendiği birisini öylece geçip gitmez. Ya onunla gider tanışır ya da onu beğendiğini sözlü olarak ifade eder. Örneğin Before Sunrise serisi Ethan Hawke’ın canlandırdığı Jesse’nin trende Julie Delpy’nin hayat verdiği Céline karakterine bir soru sormasıyla başlar.

Hatırladınız değil mi? Filmde, yüksek sesle kavga eden bir çiftten rahatsız olan Jesse, Celine’e dönüp şu soruyu soruyordu:

JESSE: Neden tartıştıkları hakkında bir fikrin var mı?

before-sunrise

Everybody Wants Some!! filminde ise filmin esas kızı Beverly, kendisini partiye davet eden erkek grubunda ilk kez Jake’i görür. Görür görmez de onu beğendiğini söylemeden geçemez.

BEVERLY: Arkada oturan sessiz çocuğu sevdim. Ortadaki.

everybody-wants-some

Waking Life filminde ise Pembe Dizi Seven Kız, asıl karakterimiz Wiley’le metrodan çıkarken karşılaşır. Sonra geri döner ve gidip onunla tanışır.

PEMBE DİZİ SEVEN KIZ: Hey, bunu tekrar yapabilir miyiz? Biliyorum henüz tanışmadık ama karınca olmak istemiyorum.

Demek istiyorum ki, hayatın içinden antenlerimiz birbirine çarparak ve sürekli karınca otomatik pilotunda, sanki hiç insana ihtiyacımız yokmuş gibi geçip gidiyoruz.

“Dur. Git. Bekle burda. Oraya sür.” Tüm eylemler hayatta kalmak için. Tüm iletişimin amacı da bu karınca kolonisini verimli ve nazik bir şekilde tutmak için.

“Para üstünüz burada.” “Kağıt mı plastik mi?” Kredi kartı mı banka kartı mı?” “Ketçap ister misin yanında?”

Pipet istemiyorum. Gerçek insani anlar istiyorum. Seni görmek istiyorum. Senin beni de görmeni istiyorum.

Bundan vazgeçmek istemiyorum.

Karınca olmak istemiyorum.

WILEY: D. H. Lawrence’ın yolda karşılaşan iki insanla şöyle bir düşüncesi var: Birbirlerinden gözlerini kaçırarak geçip gitmek yerine, ruhlarının karşılaşmasına izin verirler. Şey gibi… İçimizdeki cesur ve yiğit tanrıları özgür bırakmak gibi.

ANLAM, ŞİMDİDE.

Richard Linklater filmografisinde “anı yaşamak” önemli bir yer tutar. Birçok karakter için “anın tadını çıkarma” bir varlık sebebidir. Örneğin Dazed and Confused filminde Cynthia arabayla partiye giderken bunu net bir şekilde ifade eder.

CYNTHIA: Yaptığımız ve bize öğretilen her şeyin sadece geleceğe hizmet etmek için olduğunu düşünmüyor musunuz hiç?

TONY: Evet biliyorum, hepsi hazırlık gibi.

CYNTHIA: Evet ama kendimizi neye hazırlıyoruz ki?

MIKE: Ölüme.

TONY: Parti hayatına.

MIKE: Doğru.

CYNTHIA: Biliyorsunuz işte mantık burada, çünkü sonuçta hepimiz öleceksek bu anın tadını çıkarmamız gerekmiyor mu? Ben şimdiyi, şu an olduğu gibi, başka bir şeyin küçük önemsiz bir başlangıcı gibi düşünmeyi bırakıyorum.

dazed-and-confused

Cynthia, şu anı; geleceğe yapılan bir yatırım ya da geleceğin hazırlığı olarak görmeyi reddediyor. Şu anı, şu an olarak görüyor.

Nobel Ekonomi ödülü sahibi ve davranışsal ekonominin mucidi Daniel Kahneman sosyal medyanın geldiği noktayla ilgili şöyle bir tespit yapıyor:

“İnsanlar bu anı, ileride onlara kazanç (like, fav…) sağlayacak bir an olarak görüyorlar.”

Kabul etmek lazım, anı yaşamaktansa paylaşmak, şu an yaşamımızın bir parçası. Ellerimizdeki akıllı telefonlarımızla bu anı ölümsüzleştirdiğimizi düşünerek paylaşıyoruz. Buradaki temel problem, yaşamadığımız bir anı ölümsüzleştirmeye çalışmak.

Demek istediğim şu: Bir konserdeyiz ve konserde olduğumuzu göstermek için de sevdiğimiz şarkı çıkınca hemen onu kaydediyoruz ya da o an canlı olarak paylaşıyoruz ya… İronik olan, orada olduğumuzu göstermek için orada olmadığımız bir anı seçiyoruz. Biz videoyu paylaşırken o an konserde değiliz; çünkü biz o an, konseri kaydetmedeyiz.

Richard Linklater’ın izlenmesi en zor filmlerinden Waking Life’ta ise asıl karakterimiz Wiley ile Pinball oynayan adam arasında ilginç bir diyalog gerçekleşir. Pinball oynayan adam, Zen Budizm’deki “sonsuz şimdiden” bahsederken bir tür “zaman” tanımı da yapar.
Zaman, Tanrı’nın davetini reddediştir.

PINBALL OYNAYAN ADAM: İşin aslı, tek bir an var. Ve o da şu an. Ve sonsuz.

Ve bu an, Tanrı’nın bize “Sonsuzla bir olmak, cennette olmak ister misin?” sorusunu sorduğu an.

Bizse bu soruya, “Çok teşekkür ediyorum, henüz değil.” yanıtını veriyoruz.

Yani zaman, Tanrı’nın davetine sürekli “hayır” cevabını vermektir. Demek istediğim, tek bir an var o da her zaman içinde olduğumuz an.

ANLAM, KABUL ETMEDE.

Tasavvuftaki “kucaklama” yani “olan her şey, benim için bana oluyor” düşüncesi Richard Linklater için de anlamlardan biridir.

İnsanın bedeni, bir konuk evine,

Çeşitli düşünceler de ayrı ayrı konuklara benzer.

Arif, o neşeli ve gamlı düşüncelere razıdır,

Adeta gariplerin hatırını hoş eden Halil Peygambere benzer.

Onun kapısı da konuğu ağırlamak için daima kâfire de açıktı,

Mümine de, emin olana da açıktı, haine de.

Bütün konuklara güler yüz gösterirdi.

Delikanlım, bu denen bir konuk evidir.

Her sabah, oraya koşa koşa bir yeni konuk gelir.

Sakın bu, benim boynumda kaldı deme.

Şimdicik yine uçar, yokluk âlemine gider.

Gayb aleminden gönlüne ne gelirse konuktur, onu hoş tut.

Mesnevi V. Cilt; 3644 – 3646

Doğan Kitap, Çeviren: Veled Çelebi, Sf. 630

Her gün, gönle gelen düşünce o gün,

Sabah çağı gelen konuğa benzer,

Ev sahibine hükmeder, huysuzlukta bulunur.

Ev sahibi olmanın şanı, konuğu görüp gözetmek,

Ağırlamak ve nazını çekmektir.

Konuk evine her gün nasıl bir yüce konuk gelirse

Onun gibi her an da sana bir fikir gelir.

Canım, fikri bir adam say.

Çünkü adam, fikirle değerlidir, fikirle diridir.


Gam fikri, neşe yolunu vurursa gam yeme.

O, hakikatte başka neşeler hazırlamadadır.


O, hayrın aslından yeni bir sevinç,

Yeni bir neşe gelsin diye evi, başkalarından sıkıca süpürür.

Mesnevi V. Cilt; 3676 – 3680

Doğan Kitap, Çeviren: Veled Çelebi, Sf. 630

Senin de gönlüne yeniden yeniye belâlar geldikçe

O belâları güle güle karşıla.

Ey yaradanım, beni o belânın şerrinden sakla bekle.

O yüzden gelecek ihsanları bana haram etme,

Beni o lütuflara kavuştur.

Mesnevi V. Cilt; 3693 – 3695

Doğan Kitap, Çeviren: Veled Çelebi, Sf. 631

wakinglife_18_1

Richard Linklater’a göre soru ne olursa olsun, cevap evettir. Bunu bize Waking Life filminde Pinball oynayan adam söyler.

PINBALL OYNAYAN ADAM: Hayatın tümü sanki “Hayır, teşekkür ederim”lerden oluşuyor. Ve sonra, sonunda “Evet, teslim oluyorum, evet kabul ediyorum, evet kucaklıyorum”a dönüyor.

Demek istediğim, yolculuk bu işte.

Herkes sonunda “Evet” diyecek, öyle değil mi?

Richard Linklater, herhangi bir şeyin anlamının; ona bizim yüklediğimiz anlam kadar anlamlı olduğunu iddia eder. Aslında bu noktada Linklater bir tür insan tanımı da yapmış olur.
İnsan, bir anlam yaratıcısıdır.

Everybody Wants Some!! filmine dönersek yine, Jake ve Beverly arasında geçen bir diyalogda, Richard Linklater anlamı ve insanın hayattaki amacını sorgular:

JAKE: Ben sadece Sisyphus ve beyzbolu birleştiriyorum. Şey gibi…

BEVERLY: Denemen için bunu mu yazdın? İyi de bu ikisini nasıl birleştirebilirsin ki?

JAKE: Evet ister inan ister inanma bunun hakkında yazdım. Demek istediğim, her şeyin nedeni, tek amaç Tanrıların Sisyphus’un acı çekmesini istemesiydi değil mi?

BEVERLY: Evet.

JAKE: Benim düşüncem, Tanrılar Sisyphus’un bir şeye odaklanmasını sağlayarak onu kutsadılar. İçinde anlam olabilecek bir şeye.

Bilirsin işte, başkalarına boş gelse de çabalamak bir ödüldür sonuçta.

BEVERLY: Evet haklısın.

JAKE: Yani evet, sonuçta kayayı tekrar tekrar tepeye taşımak çok saçma. Ama hayatta da her şey öyle değil mi? Gerçekten de düşündüğünde öyle. Özellikle oyunda böyle.

Şeyler, sadece onlara yüklediğimiz, onlarda olmasına izin verdiğimiz anlamlar kadar anlamlıdır. İşte burada konuyu beysbola bağlıyorum.

Yoluma ne gelirse onları kabul ediyorum işte. İyi, kötü fark etmiyor.

Önemli olan, içine girdiğimde dünyanın orada kaybolması. Ve ben sadece yapmam gerekeni yapıyorum.

BEVERLY: Aynı şeyi bende sahnede hissediyorum. Kendini aradan çıkarmak… Sanatta, hayatta. Sadece katılarak… Aptal olarak görünmeyi göze almak. Çok güzel bir şey değil mi bu?

JAKE: Ne?

BEVERLY: Herhangi bir şey hakkında tutkulu olabilmemiz.

everybody-wants-some-jake-and-beverly-everybody-wants-some-2

ANLAM, YOLDA OLMADA.

Yolda olmak Richard Linklater filmografisinde önemli yeri olan bir öğreti. Linklater’a göre yolda olmak varmanın ta kendisidir.
Waking Life filmindeki Tekne Arabalı Adam, yolda olmanın nasıl bir şey olduğundan bahseder.

TEKNE ARABALI ADAM:

Ben ulaşımımın karakterimin bir uzantısı olduğunu düşünüyorum. Ve bu dünyaya açılan küçük pencerem gibi. Ve her bir dakika yeni bir gösteri.

Anlamayabilirim. Hatta onunla aynı fikirde de olmayabilirim. Sana neyi kabul ettiğimi söyleyeyim: Yol boyunca süzülmek.

Söylediğim şey şu, sen her şeyin dengede olmasını istiyorsun. Akışına bırakmak istiyorsun. Deniz hiçbir ırmağı geri çevirmez. Olay, sürekli bir yolculuk halinde olup aynı zamanda varmaktır da. Böylece karşılama ve vedalardan tasarruf edersin. Yolculuk açıklama gerektirmez, sadece yolcunun olması yeterlidir.

İşte geldiğiniz yer budur. Bu dünyaya bir kuru pastel boyayla gelmek gibidir.

Şimdi 8’li kutu da olabilirsiniz, 16’lı kutu da. Ama hayat bu pastel boyayla, size verilen renklerle ne yaptığınızla ilgilidir.

Çizgilerin içini boyamakla endişelenmeyin ya da çizginin dışını boyamakla. Ben çizgilerin dışını boyayın derim, anlıyorsunuz değil mi ne demek istediğimi? Tüm sayfayı boyayın, beni kutuya hapsetmeyin de.

Biz okyanustaki hareketiz. Biz kilitli bir yer değiliz.

ANLAM, HİSSETMEDE.

Richard Linklater’a göre hissettiğimiz ölçüde hayattayız. Bir şeyler hissettiğimiz anlarda bunun değerini bilmeliyiz, çünkü zaman geçtikçe hissizleşiyoruz.
Bu düşünceyi en net Boyhood filminde görürüz. Filmde baba, oğluna “olaydan” bahseder:

MASON: Peki olay nedir?

BABA: Ne olayı?

MASON: Bilmiyorum, tüm bu olanlar. Her şey.

BABA: Her şey mi? Olay mı? Yani eminim ki bir bok bilmiyorum. Ama kimsenin bir bok bildiği yok.

Tamam, hepimiz oradan oraya sürüklenip duruyoruz. Ama iyi haber, bir şeyler hissediyorsun. Ve buna sıkı sıkıya sarılmalısın. Yaşlandıkça bu tür şeyler hissetmemeye başlıyorsun. Derin daha da kalınlaşıyor.

boyhood

Waking Life filminde Kim Krizan ise hepimizin o geçici hisler için yaşadığına değinir.

“Aşk” dediğimde, sözcük ağzımdan çıkar ve diğer kişinin kulağına beynindeki Bizans kanallarını dolaşarak, sevgiye ya da sevgisizliğe dair anıların içinde gezerek ulaşır. Ve söylediğimi kaydedip, “evet anladım” derler.

Ama anladıklarını nereden bilebilirim ki? Çünkü sözcükler hareketsiz bir şekilde orada öylece durur. Onlar sadece sembol. Onlar ölü.

Algıladıklarımızın çoğu, elle tutulur şeyler değil. Algıladığımız pek çok şey ifade edilemez. Konuşulamaz.

Ve başkasıyla iletişim kurduğumuzda ve aramızda bir bağın oluştuğunu hissettiğimizde, onu anladığımızı düşündüğümüzde, bence ruhani bir birliktelik hissediyoruz.

Bu his geçici olabilir, ama bence biz bunun için yaşıyoruz.

SON SÖZLER

Hayat üzerine kafa yoran ve sürekli bir arayış içinde olan Richard Linklater şimdilik anlamı, “adım atmada”, “şu anda”, “kabul etmede”, “yolda olmada” ve “hissetmede” buldu diyebiliriz.

3 Yorum
  • Gamze Demiray
    Yanıtla

    Omer harika bir yorum!

  • Volkan
    Yanıtla

    Bence Richard Linklater bu yazından dolayı sana bir teşekkür borçlu.

  • Çağatay Çetinkol
    Yanıtla

    Muhteşem bir yazı olmuş. Hayatıma yön verecek bir yazı benim için. Richard abi de olayı – ne kadar çözülebilirse- o kadar çözmüş bence.

Yorum Yap

Yazmaya başlayın ve sonrasında enter'ı tuşlayın.