Bir perşembe akşamıydı, Karaköy’de ODTÜ’den arkadaşım Can’la oturuyorduk. Birden midemin sağ yanına bir ağrı girdi. Üşüttüm ondandır diye düşündüm. Ağrı önce hafifti ama sonra şiddeti öyle bir arttı ki yerimde duramaz oldum. Apandisit patlıyor diye düşündüm. Hemen taksiye atlayıp acile gittik.
Acilde böbreklerimde kum olduğunu ve o an hissettiğim ağrının kumdan kaynaklandığını öğrendim. Bundan 4 gün sonra yine şiddetli bir ağrı sonrası kendimi acilde buldum. Burada ise böbreklerimde taş olduğu ortaya çıktı. O an taş düşürüyordum.
Teşhis konduktan sonra doktorla aramda şöyle bir diyalog geçti.
DOKTOR: Böbreklerinizde taş var.
BEN: Peki bu taş, değerli bir taş mıdır?
DOKTOR: Hayır. Kalsiyum oksalat taşlarıdır bunlar.
BEN: Haydi ya. Eğer bu böbreklerimdeki taş elmas gibi değerli bir taş olsaydı, mükemmel bir metafor olurdu. Tanrı’nın bana “asıl hazine içinde” mesajı olurdu. Neyse artık. Tanrı kaybeder sonuçta.
Peki hocam taş düşürdüm bitti mi? Yoksa tekrar taş düşürür müyüm?
DOKTOR: Böbrekleriniz tekrar taş üretme potansiyeline sahip.
BEN: Potansiyel?
DOKTOR: Evet.
BEN: Sen de gördün değil mi bendeki potansiyeli. İşte benim sorunum da bu. Bir potansiyel var ama…
DOKTOR: Bakın, buradaki kristaller taşa dönüşebilir.
BEN: Kyber kristali mi onlar?
DOKTOR: Efendim?
BEN: Star Wars’ta hani Jedi’ların ışın kılıçlarının yapıldığı kristaller var ya?
DOKTOR: ????
Böbrek taşı, tedavisi olmayan bir rahatsızlık. Böbrek, çeşitli boyutlarda taş üretiyor ve o taşlar vücuttan bir şekilde atılmak zorunda. Atılış sırasında da oldukça şiddetli ağrılar oluyor. Bol su içerek, sürekli yürüyerek taşın düşmesini kolaylaştırabiliyorsunuz.
Ağrı olduğunda da ağrı kesici kullanıyor ya da ağrı çok şiddetliyse size verilen reçete ve iğneyle bir acile gidip o iğneyi vurduruyorsunuz. Çok etkili olan ve kalçadan vurulan iğne o bölgede bir ağrı yaratıyor. Bir süre otururken ve yürürken o ağrıyı hissediyorsunuz. Bu iğne, sizin diğer ve çok şiddetli olan ağrınızı yok ettiği için kalçanızdaki bu ağrı çok da umrunuzda olmuyor.
Taş düşürme süreci 4 ila 6 hafta sürüyor ve ağrı bu süreç boyunca sizi her an bulabiliyor.
4 saat boyunca, kah koltuğa kapanarak, kah halının üzerinde böğürerek geçmesini bekledim.
Bir ara acıdan gözümden yaş geldi.
Bırak hastaneye gidebilmeyi, merdivenleri inebilme inancımı sorgulattı bana.
Geçmedi, geçmedi, geçmedi.
Bir ağrı şiddetini hiç mi azaltmaz?
Tuvalet de ayrı bir işkence odası. Aşırı bir yanma hissine ucuna kadar gelip tek damla çıkmaması eşlik ediyor.
Ekşi Sözlük’teki kumesizsoyutidealist adlı kullanıcının böbrek taşı başlığına yazdığı entry.
KAHRAMANIN YOLCULUĞU
Joseph Campbell‘ın tüm mitleri, destanları, hikayeleri, masalları kısaca her şeyi inceleyerek yazdığı The Hero With a Thousand Faces isimli bir kitabı var. Kitapta Campbell, dünyadaki tüm hikayelerin aslında tek bir hikayeden oluştuğunu, tüm kahramanların yaklaşık olarak aynı süreçten geçtiğini iddia ediyor. Bu sürece de “Kahramanın Yolculuğu (Hero’s Journey)” diyor.
Bu kitabı okuduktan sonra tüm Hollywood filmlerinin kahramanın yolculuğundan izler taşıdığını görüyorsunuz. Hatta kendi hayatınızın da kahramanın yolculuğu döngülerinden oluştuğunu fark ediyorsunuz.
BİRİNCİ ADIM: MACERAYA DAVET
Kahraman ilk adımda; onu çağıran bir durumla, hisle, olayla ya da kişiyle karşılaşıyor. Bu şey, kahramanı; yola çıkması için maceraya davet ediyor. Benim durumumda ise böbreklerimin taş oluşturup bunun ağrılara neden olmasının bir tür “maceraya davet” olduğunu söyleyebilirim.
İKİNCİ ADIM: ÜLKEYİ TERK EDİŞ
Kahraman bu adımda ait olduğu topraklardan bir şekilde ayrılıyor, kovuluyor ya da sürülüyor. Bu adım benim yolculuğumda, ait olduğumu düşündüğüm yer olan acısız, ağrısız yani böbrek taşı rahatsızlığımın olmadığı halimden ayrılarak gerçekleşti.
ÜÇÜNCÜ ADIM: ÖĞRETMENİN ORTAYA ÇIKIŞI
Kahraman ülkesinden kovulup bir yolculuğa çıktığında, ruhani bir rehber yolculuk sırasında ona yardım ediyor. Kahramanın, öğretmenini bulmak için bir çaba içine girmesi gerekmiyor. Kahramanın yola çıkması, öğretmenin onu bulmasını sağlıyor. Tabii kahraman karşılaştığı kişinin ya da durumun bir öğretmen olduğunun farkına varabiliyorsa.
Tasavvuf’ta ve Hinduizm’de ise yaşanılan her şey, karşılaşılan her kişi bir öğretmen olarak görülür. O an o şeyi yaşamamızın ya da o kişiyle karşılaşmamızın sebebi ondan öğreneceklerimizin olmasıdır.
Ben bu yaşadığım ağrıya, bir ruhani rehber bir öğretmen olarak bakıyorum.
DÖRDÜNCÜ ADIM: ÖĞRETMENİN KAHRAMANI YALNIZ BIRAKMASI
Öğrenci hazır olduğunda rehber, görevini tamamlamış oluyor ve kahramanı yalnız bırakıyor. Benim durumumda ise ağrının, taşları düşürme sonucu ortadan kaybolması bu adıma işaret ediyor.
SON ADIM: YAŞAMAK İÇİN ÖZGÜR
Son adımda kahraman, ait olduğu topraklara bambaşka birisi olarak geliyor. Kendini geliştirmiş, son derece kompleks yani zengin birisi olarak. Bu yolculuk ona çok şey öğretmiş oluyor.
ÖĞRETİLER: HEDİYE
Şu an kapsamlı bir diş tedavisi yaptırıyorum. Geçen gün de dişimi çektirmeye gittim. Dişçi koltuğuna otururken orada olmaktan inanılmaz keyif aldığımı fark ettim. Allah’ım o nasıl rahat bir koltuk öyle! Saatlerce orada oturarak, yatarak dinlenebilirim. O an hep nefret ettiğim o dişçi koltuğunun bana bu kadar rahat gelmesine şaşırdım. Sonra anladım ki, o an taş düşürmüyordum, o an vücudumun sağ tarafında sürekli aşağıya inen bıçak saplanmış gibi bir ağrı yoktu. Ağrının olmadığı her yer, benim için çok rahattı. İlk defa dişçi koltuğu, dişçi koltuğu gibi değildi.
İşte o an, ağrının olmadığı zamanların bana bir hediye olduğunu fark ettim. “Bu ağrı her an gelebilir ve ağrı geldiğinde hiçbir şey yapamıyorum (kitap okuyamıyorum, yazı yazamıyorum, herhangi bir şey izleyemiyorum. Hiçbir şey yapamıyorum. Hiçbir şey). Ama ağrının olmadığı zamanlarda özgürüm. İstediğim her şeyi yapabilirim. Bu yüzden bu anları iyi değerlendirmeliyim” diye düşünmeye başladım.
Artık hiçbir şeyi ertelemiyorum. Bir filme gitmek istiyorsam o an sinemaya gidiyorum, aklıma bir şey geldiyse kalkıp yapıyorum. Çünkü şu an ağrım yok, çünkü şu an her şey mümkün.
Biz, her nedense ağrısız bir hayatı bizim varsayılanımız, olması gereken gerçeğimiz olarak kabul ediyoruz. Eğer bir ağrımız, acımız olursa bu durumu yaşadığımız hayata karşı yapılan haksız bir müdahale olarak görüyoruz.
Hiç düşündünüz mü? Ya varsayılan hayatımız aslında acılı ve ağrılıysa? Ağrısız, acısız bir hayat bir lütufsa, bir hediyeyse?
Bu böbrek taşını, hayatımı yeterince dolu dolu yaşamadığımı bana hatırlatan bir mesaj olarak görüyorum. Bana verilen hediyenin değerini bilmediğim için bir uyarı.
Başınıza böyle bir şey geldiğinde “neden ben” diye düşünebilirsiniz. Ben “iyi ki şimdi” diye düşündüm. Bu ağrı beni askerde bulabilirdi, üniversitede final haftasında bulabilirdi, 12 saatlik Güney Afrika uçağında bulabilirdi… Çok daha kötü bir zamanda bulabilirdi. İyi ki de o zamanlar bulmadı.
ÖĞRETİLER: ACI VAR ROCKY
Bu taş, bana ağrıyla mücadele konusunda şunu öğretti: Herhangi bir ağrı hissettiğimizde ikiye bölünüyoruz. “Ağrı” ve “ağrıdan kurtulmak isteyen ben” diye.
Bu blog’u takip ediyorsanız yaşadığımız tüm problemlerin sebebinin ikiye bölünmek olduğunu, varlık sebebimizin de tüm bu ikilikleri yok edip yaptığımız şeyle yani eylemle bir bütün olmak olduğunu hatırlarsınız.
Tüm acılarımızın sebebinin de, olanı olduğu gibi kabul etmeyip ona karşı çıkmaktan geldiğini de yine sıkça okumuşsunuzdur burada.
Peki ya ağrı da eğer engelleyemiyorsak kaçmamamız gereken, ancak tam anlamıyla yaşandığında kavranılabilecek bir deneyimse?
Ağrıdan kaçmaya çalışmamız, bataklık içinde çırpınarak daha da batmamız gibi tam tersi bir etki yaratıp ağrıyı artırıyorsa?
Ağrı, eğer yok edemiyorsak diğer her şey gibi kucaklanması gereken bir şeyse?
Buda öğretisinin Vissudhimogga’da verilen ünlü özeti şöyledir:
Sadece acı çekmek vardır
Çeken yoktur.
İş vardır yapan değil.
Nirvana vardır, onu arayan kimse yoktur.
Yol vardır
Onu kullanan kimse yoktur.
Alan Watts – Zen Yolu
Sf. 82, Şule Yayınları, 1998
İnsan yaşamının bu kadar öfkelendiren ve sinir bozucu olmasının sebebi ölüm, acı, korku ya da açlık gibi gerçeklerin olması değil.
Çılgınca olan şey bu gerçekler olduğunda bizim daireler çizerek, dönerek, inleyerek, “ben”i bu deneyimden çıkarmaya çalışmamız.
Biz aynen bir amipmişiz gibi, ikiye bölünerek kendimizi hayattan koruyacağımızı sanıyoruz.
Akıl sağlığı, sağlamlık ve iç bütünlük, bölünmemiş olduğumuzun farkına varmamızda yatıyor. “Ben” ve “benim şu anki deneyimim” bir bütün. Orada ayrı bir “ben” ya da bir zihin durumu yok.
Alan Watts – Wisdom of Insecurity
Sayfa: 86, Random House Books, Kindle Edition, 2011
Öncelikle şunu kabul edeyim, ağrı olduğunda hemen ağrı kesici alıyorum. Eğer çok şiddetliyse de elimdeki iğnelerle acile gidiyorum. Ama ağrıyı engelleyemiyorsam ve yapacağım hiçbir şey de kalmadıysa, ağrıyı benim bir gerçeğim olarak kabul ediyorum. Aynen vücudumun bir parçası gibi. Aynen sol kolum gibi.
İronik bir şekilde ağrı; ondan kaçılmadığında, sadece bir ağrı olarak kalıyor. Ondan kaçtığımızda, onu reddettiğimizde ise “acı” ve “acıdan kaçmaya çalışan ben” olarak ikiye bölünüyoruz. Bu da hissedilen acıyı ikiye katlıyor. Bu durum tam anlamıyla bataklıktan kurtulmaya çalışan adamın çırpınarak daha da içine batması gibi.
Bir insan, acı çekmek kendisinin kaderi olduğunu anladığında, acısını tek ve eşsiz bir görev olarak kabul etmek zorunda. Acı çekme sürecinde bile kişi, evrende kendisinin eşsiz ve yalnız olduğu gerçeğini kabul etmek zorunda. Kimse onun acısını dindiremez ya da kimse onun yerine o acıyı çekemez. Kişinin bu benzersiz fırsatı, yükünü nasıl taşıyacağında yatıyor.
Man’s Search for Meaning – Viktor E. Frankl
Sayfa 77, Beacon Press; 1st edition (June 1, 2006)
SONUÇ: ŞANSLI ADAM
Belki bunu iki defa acile giden, böbrek taşı düşüren birisinin söylemesi garip gelebilir ama “kendimi şanslı bir adam olarak” görüyorum.
Back to the Future’un Marty’si Michael J. Fox, parkinson hastalığına yakalandıktan sonraki on yılını anlattığı “Lucky Man” kitabında şöyle diyor:
Şu an bu odaya dalıp, -Tanrı’yla, Allah’la, Buda’yla, İsa’yla, Krişna’yla, Bill Gates’le her kiminle olursa- bir anlaşma yaptığınızı ve teşhisim konduktan sonraki 10 yılın sihirli bir şekilde alınacağını ve yerine, eskiden olduğum insan olarak 10 yıl daha verileceğini söyleseydiniz, bir an bile tereddüt etmeden odayı terk etmenizi isterdim.
… Teşhis konduktan sonraki 10 yılım, hayatımın en iyi 10 yılıydı. Kendimi şanslı bir adam olarak görüyorum.
Şanslı Adam – Michael J. Fox
Arka kapak; Okuyan Us Yayınları, 1. Baskı, Aralık 2002
Neden kendimi şanslı birisi olarak görüyorum biliyor musunuz? Çünkü kendimin bir ev sahibi oldunu fark ettim.
Delikanlım, bu denen bir konuk evidir.
Her sabah, oraya koşa koşa bir yeni konuk gelir.
Sakın bu, benim boynumda kaldı deme.
Şimdicik yine uçar, yokluk âlemine gider.
Gayb aleminden gönlüne ne gelirse konuktur, onu hoş tut.
Mesnevi V. Cilt; 3644 – 3646
Doğan Kitap, Çeviren: Veled Çelebi, Sf. 630
Her gün, gönle gelen düşünce o gün,
Sabah çağı gelen konuğa benzer,
Ev sahibine hükmeder, huysuzlukta bulunur.
Ev sahibi olmanın şanı, konuğu görüp gözetmek,
Ağırlamak ve nazını çekmektir.
…
Gam fikri, neşe yolunu vurursa gam yeme.
O, hakikatte başka neşeler hazırlamadadır.
O, hayrın aslından yeni bir sevinç,
Yeni bir neşe gelsin diye evi, başkalarından sıkıca süpürür.
Mesnevi V. Cilt; 3676 – 3680
Doğan Kitap, Çeviren: Veled Çelebi, Sf. 630
Senin de gönlüne yeniden yeniye belâlar geldikçe
O belâları güle güle karşıla.
Ey yaradanım, beni o belânın şerrinden sakla bekle.
O yüzden gelecek ihsanları bana haram etme,
Beni o lütuflara kavuştur.
Mesnevi V. Cilt; 3693 – 3695
Doğan Kitap, Çeviren: Veled Çelebi, Sf. 631
Bir ev sahibi olarak benim görevim; gelen konuklarıma “Yaa sen miydin, ben başkasını bekliyordum.” ya da “Şimdi zamanı değil, sonra gelsen olur mu?” ya da “Sen de nereden çıktın, seni kabul edemem?” gibi sorular sormadan gelen tüm konuklarımı evimde rahat ettirmektir. Çünkü ev sahipliği bunu gerektirir.
* KAPAK FOTOĞRAFI: Marc Foster’ın Finding Neverland filminde Peter Pan’in yazarı J. M. Barrie ve eşi aynı odaya 2 farklı kapıdan girerler.