Mike Cahill’in Another Earth ve I Origins filmlerini izledikten sonra kendisini “Yeni Filmi Geldiğinde Gözüm Kapalı Gideceğim Yönetmenler Listem”e ekledim. Yeri gelmişken bahsedeyim, çok fazla listem var. Bir ara listelerimin sayısı o kadar arttı ki yaptığım listelerin listesini çıkarmak zorunda kaldım.
Mike Cahill’in kafa yorduğu konular, filmlerinin özenle çekilmiş bilim-kurgu filmleri olması ve filmlerinde mutlaka aşk adına bir şey söyleme çabası onu bu listede üst sıralara taşıyor.
ANOTHER EARTH
Mike Cahill, Another Earth filminde “baktığımız her şeyde kendimizi gördüğümüz” gerçeğinden yola çıkarak şu soruyu soruyor: Kendimize dışarıdan bakabilir miyiz?
Şeyleri olduğu gibi değil; kendimiz gibi görürüz.
Anais Nin
Filmden kısaca bahsetmem gerekirse, Dünya’nın birebir aynısı bir gezegen keşfediliyor. Dünya’da yaşayan herkesin aynıları, aynı şeyleri yaşamış olarak bu gezegende yer alıyor. Bu gezegene de Dünya 2 adı veriliyor.
Şöyle düşünün, Dünya 2’de sizin yaşadığınız her şeyi aynen sizin yaşadığınız gibi yaşayan biri var. Onunla tanışmak ister miydiniz?
Filmin ana karakteri Rhoda bir iskelede Dünya 2’ye bakarken biz de o sırada Profesör Richard Berendzen’in radyo programındaki bir konuşmasını duyarız.
Yaşamımız boyunca biz biyologlar, küçük ve çok daha küçük şeyleri incelemeyi başardığımızda hayretler içinde kaldık. Ve astronomlar gece karanlığında çok daha uzaklara, zamanda geriye ve uzayda ileriye gittiler.
Ama tüm bunlardan çok daha gizemlisi ise ne küçük ne de büyük şeylerdi. Gözümüzün önünde olan bizlerdik.
Kendimizi tanıyabilir miyiz? Ve eğer bunu yapabilseydik o kişinin kendimiz olduğunu bilebilir miydik? Kendimize ne derdik? Kendimizden ne öğrenirdik? Kendimize dışarıdan bakabilsek gerçekten de ne görmeyi isterdik?
İnsanın hayatı boyunca baktığı her şeyde kendini görmesi aslında tanrının o kişiden yine aynı kişiye bakmasıdır.
İşin özü, hepimiz birer yansımayız. Bütünün -tanrının, sistemin, evrenin, ortak zihnin ya da siz ne şekilde adlandırıyorsanız onun- yansımasının parçalarıyız.
Rhoda sokakta yürürken dilenci görünümlü adamın ne söylediğini ve üzerinde ne yazdığını hatırlayalım:
Tanrı, kırık bir aynada yaşam aracılığıyla kendisini izliyor. Her gün milyarlarca insanın gözünden hayatı deneyimlerken, aslında kendisine bakıyor.
Yaşamın, “Tanrı’nın kırık ayna parçalarında kendini izlemesi” olduğunu düşünürsek, bir kimsenin kendisine dışarıdan bakabilmesinin mümkün olmadığını anlarız.
Bu durum Alan Watts’ın ifadesiyle “İnsanın kendi dişini ısırmaya çalışması” gibidir.
Kırık Ayna Parçaları
Mevlana şöyle der:
Gerçek, Tanrı’nın ellerinde bir aynaydı. Sonra düştü ve parçalara ayrıldı. Herkes ondan bir parça aldı ve ona bakınca gerçeği gördüğünü düşündü.
Filmde Rhoda evindeyken, açık olan televizyonda da Profesör Richard Berendzen’in konuştuğu bir program vardır.
Richard Berendzen programda şöyle der:
13 milyar yıldan daha eski olan Kozmos’un o devasa tarihinde Dünya bir yerlerde kopyalanmış.
Ama belki de bu Dünya’yı görmenin yeni bir yolu vardır.
Küçücük bir değişim bile olsa onlar buraya bakarken sen başka bir yöne –oraya- baksan, belki de her şey birden değişir ve şunu merak etmeye başlarsın: Başka neler değişmiş olabilir?
Pekala, birisi şunu diyebilir; senin birebir aynadaki yansıman aniden kırıldı ve yeni bir gerçeklik oluştu. Ve işte orada bir fırsat ve bir gizem yatar. Daha başka ne var? Yeni ne var? Şimdi ne olacak?
Bu bakış açısı Rhoda’nın kararını değiştirir. Çünkü Rhoda kazanın olduğu gece yani Dünya 2’nin ortaya çıktığı o gece ilk defa Dünya 2’ye bakmıştır. Profesör Richard Berendzen’in de dediği gibi “Küçücük bir değişim bile olsa onlar buraya bakarken sen başka bir yöne –oraya- baksan, belki de her şey birden değişir ve şunu merak etmeye başlarsın: Başka neler değişmiş olabilir?”
Rhoda’da başka nelerin değişmiş olacağını düşünürken şunu fark eder: Belki de Dünya 2’de o kaza gerçekleşmemiştir. John’un eşi ve çocukları Dünya 2’de hayatta olabilir. İşte bu nedenle Rhoda biletini John’a verir.
Her Yerde Kendini Görmek
Filmdeki en ilginç karakter ise kanımca Purdeep yani Rhoda’nın çalıştığı okuldaki diğer hademedir.
Hatırlarsanız Purdeep, her yerde kendini görmekten bıktığı için gözlerine çamaşır suyu dökmüştü. Daha sonra kulaklarına da çamaşır suyu dökmesinin sebebi ise muhtemelen her yerde kendi sesini duymasıdır.
Mike Cahill filminin merkezine “insanın baktığı her yerde kendini görmesi” gerçeğini koymuştu. Bu gerçeğin en trajik yanı ise dünyaya kendinden nefret eden birisinin gözlerinden bakmaktır. İşte şimdi de filmi The Catcher in the Rye’a bağladığım bölüme geldik.
The Catcher in the Rye (Çavdar Tarlasında Çocuklar) bölüm 13 sayfa 89’da Holden Caulfield şöyle der:
Herifin çenesine bir yumruk çakacağıma, onu pencereden aşağıya itsem, ya da kafasını baltayla uçursam daha iyi. Yumruk döğüşlerinden nefret ederim.
…
Bir yumruk döğüşünde beni en çok karşımdaki herifin suratı korkutuyor. Karşımdaki herifin suratına bakmaya dayanamam, derdim de bu benim. İkimizin de gözünü bağlasalar filan hiç fena olmazdı hani.
Six Degrees of Separation filminde ise tezini The Catcher in the Rye üzerine yapan esas karakterimiz Paul bu bölümle ilgili şöyle der:
Jung der ki, “en büyük günah bilinçsizliktir”. Bizim oğlan Holden da der ki, “beni en çok karşımdaki herifin suratı korkutuyor”. Eğer gözlerini bağlasaydın bu o kadar da korkutucu olmazdı.
Aslında çoğu zaman gördüğümüz suratlar, bizim suratlarımızdan başka bir şey değildir. Ve bu en kötü hastalıktır, kendinden o kadar çok korkarsın ki kendinle yüzleşmemek için gözlerine bant takarsın.
Kendimizle yüzleşmek. İşte zor olan budur. Hayal gücü. Tanrının bize kendimizle yüzleşmemizi katlanılabilir kılan armağanıdır.
Purdeep’i benim açımda ilginç yapan diğer bir detaysa Yoda tarzı bakış açısıdır.
Purdeep, Rhoda’yı endişeli görünce yanına yaklaşır ve şöyle der:
Beni dinle. Kafanı boşalt. İşte bu. Huzuru bulacaksın. Endişelenme. Kendini uydurmayı öğren.
O Ses
Mike Cahill’in filmleriyle ilgili en sevdiğim şey filmlerinin sadece bir bilim-kurgu olmaması. Felsefi bir derinliğin yanında Mike Cahill filmlerinde aşk adına da bir şeyler söylemeye çalışıyor.
Filmde Rhoda, John’a bir kozmonotun hikayesinden bahseder:
Rus kozmonotun hikayesini biliyor musun? İşte bu kozmonot, uzaya giden ilk insan. Ruslar, Amerikalıları alt etti. İşte bu kozmonot kocaman gemisiyle uzaya gidiyor, ama kendisinin yaşayabileceği alan ise küçücük.
Kozmonot orada, penceresinden Dünya’yı ilk kez görüyor. Yani demek istediğim, bu adam Dünya’ya ilk defa dışarıdan bakıyor. Ve o anda kendini kaybediyor.
Ve birden bire kontrol panelinde garip bir tik sesi gelmeye başlıyor. Kontrol panelini söküyor, aletlerini alıyor. O tik sesini bulmaya ve onu durdurmaya çalışıyor. Ama bir türlü bulamıyor. Bir türlü durduramıyor o sesi. Ses sürekli geliyor. Birkaç saat sonra bu ses ona işkence gibi gelmeye başlıyor.
Bu sesle geçen birkaç gün sonra ise bu sesin onu çıldırtacağını biliyor. Kafayı yiyor. Ne yapacak? Uzayda kapalı bir alanda tek başına. Bu sesle geçireceği 25 günü daha var.
Kozmonot şuna karar veriyor: Akıl sağlığını korumasının tek yolu bu sese aşık olmak.
Gözlerini kapatıyor, hayal gücüne dalıyor ve sonra gözlerini açıyor. Artık o tik sesini duymuyor. Onun yerine müzik duyuyor. Uzaydaki bu yolculuğunu huzur ve mutluluk içinde geçiriyor.
Mike Cahill bu kozmonot hikayesiyle yetinmemiş. John, Rhoda’yı kendi çaldığı ve adını bilmediğim bir müzik aletini dinlemesi için bir salona götürüyor. Rhoda o ilginç aletten çıkan sesi aynen kozmonot gibi ilk başta tik sesi olarak duyuyor. Sonra ise müziği duymaya başlıyor. İşte tam bu sahnede Mike Cahill, Rhoda’yı kendisini kozmonot olarak hayal ederken gösteriyor.
Kendime Dışarıdan Bakarken Ben
Bu filmi izledikten sonraki gün -bilgisayarım sağ olsun- bir derece kendime dışarıdan bakma şansım oldu. Kendi öz bilgisayarım sanki başka biriymişim gibi önce bana Ömer Ceran diye birisinin doğum gününü hatırlattı. Sonra da benimkini kutladı.
“Bir başkası olan ben”, “hakiki ben” ve Another Earth filminin klasörü alt alta geldi.
I ORIGINS
Mike Cahill, I Origins’te belki de dünyanın en merak edilen sorusunu soruyor: Öldükten sonra yeni bir bedende tekrar var olabilecek miyiz?
Bu sorunun cevabını kahramanımız yüce insan Alan Watts’tan alalım:
Yani öldüğünüzde, sonsuza dek sürecek olan bir yok oluşla karşılaşmayacaksınız. Çünkü bu bir deneyim değil. Pek çok insan öldüğünde, karanlık bir odada sonsuza kadar kilitli kalacağını ya da buna benzer bir şey yaşayacağını düşünüyor.
Ama dünyadaki en ilginç şeylerden birisi de –ki bu Yoga’dır, bu bir kavrayış yoludur- uyuyup hiç uyanmadığınızda nasıl bir şey olacağını düşünmektir. Bunu bir düşünün.
Bu dünyanın en büyük harikalarından biridir. Uyuyup hiç uyanmadığınızda nasıl bir şey olabilir?
Bunu uzunca bir süre düşününce bir şeyi daha fark edersiniz. Aklınıza yeni bir soru gelir: Hiç uyumadan uyanmak nasıl bir şeydir? İşte doğum böyle bir şeydir.
Gördünüz mü? Hiçbir şeyden bir deneyim yaratamazsınız. Doğa boşluktan nefret eder.
Yani öldükten sonra olabilecek tek şey, doğduğunuzda yaşadığınız aynı deneyim ya da bu deneyimin bir benzeridir.
Diğer bir deyişle, insanlar öldüğünde başka insanlar doğduğunu çok iyi biliyoruz. Ve bunların hepsi sizsiniz. Ama bu deneyimi, her seferinde sadece bir defa deneyimleyebiliyorsunuz.
Herkes ben, siz de biliyorsunuz ki siz sizsiniz; galakside daha başka hangi canlılar olursa olsun, bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Siz onların hepsisiniz. Ve onlar hayat bulduklarında, bu demek siz hayat buluyorsunuz.
Şunu çok iyi biliyorsunuz ki, geçmişi hatırlamak zorunda olmadığınız gibi aynı şekilde tiroid bezini nasıl çalıştırdığınızı da bilmiyorsunuz.
Güneş ışığının nasıl parlamasını sağladığınızı bilmek zorunda değilsiniz. Sadece yaparsınız bunu işte. Aynen nefes aldığınız gibi.
Size de bu durum şaşırtıcı gelmiyor mu? İnanılmaz derece kompleks varlıklar olmamıza rağmen, tüm bunları nasıl yapacağımıza dair en ufak bir eğitim almadan yapabiliyoruz bunları.
Mike Cahill de I Origins ile şunu diyor: Ben, öldükten sonra ben olarak devam edemesem de, diğer insanlarda ben’den parçalar olacak.
Bilim vs. Spritüali
I Origins’te iki farklı görüşün çarpışmasını izliyoruz. Ian, herhangi bir ruhani tarafı olmayan, tamamen somut kanıtlarla ve verilerle karar veren klasik bilim görüşünü temsil ediyor. Ruhani bir tarafı da olan Sofi ise, bilimin her şeye cevap veremeyeceğini, bazı cevaplara somut kanıtlar olmadan ulaşılabileceği görüşünün savunucusu olarak karşımıza çıkıyor.
Ian ve Sofi arasında geçen solucan tartışmasında ise bu çatışmayı en net haliyle görebiliyoruz:
Sofi: Solucanların kaç duyusu vardır?
Ian: İki tane. Koklama ve dokunma. Neden?
Sofi: Yani… Solucanlar ışığı görmeden ve hatta varlığından haberleri olmadan yaşıyorlar değil mi? Onlar için ışık kavramı hayal bile edilemez.
Ian: Evet.
Sofi: Ama biz insanlar, biliyoruz ki ışık diye bir şey var. Onların etrafını sarıyor, tam üzerlerinde bulunuyor ve bunu hissedemiyorlar. Ama küçük bir mutasyonla ışığı hissedebiliyorlar. Değil mi?
Ian: Doğru.
Sofi: Yani Doktor Göz, belki bazı insanlar, nadir bulunan insanlar, diğer bir duyuları olacak şekilde mutasyona uğramış olabilir. Ruh duyusu. Ve bizim üzerimizde ve her yerde bulunan dünyayı algılayabiliyorlar. Solucanların üzerindeki ışık gibi.
Çağrıldım
Birçok doğu öğretisinde “çağrılma” diye bir kavram geçer. O da şudur:
Siz varlık sebebiniz, hayatınızın anlamı ya da aşkınız tarafından farkında olmadan çağırılırsınız.
Ian, Sofi’yi o partide gördükten sonra onu tekrar görmek ister. İşte o andan sonra bir takım işaretler sonucu Sofi’ye ulaşır. Sofi ise ona şöyle der: “Evet seni ben çağırdım.”
İncil’de Jeremiah 33-3’te şöyle bir ifade geçer:
Çağır beni ve sana döneyim. Sana daha önce duymadığın harika ve ulaşamayacağın şeylerden bahsedeyim.
Astrofizikçi Neil deGrasse Tyson neden bu alanı seçtiğini şöyle anlatır:
Ben Bronx Bilim Lisesi’ne tesadüfen gitmedim. Astrofizikçi olmak istediğimi biliyordum, ama astrofizikçi olmayı ben seçmedim; bir şekilde evren, ben daha 9 yaşında Hayden Planetaryum’dayken beni seçti. Yukarı baktım ve ışıklar kararmış ve yıldızlar ortaya çıkmış ve ben evren tarafından çağrılmıştım.
Hinduizm motifleri taşıyan The Legend of Bagger Vance’te; Bagger, Junuh’a kendi özgün vuruşunu bulabilmesi için şöyle bir tavsiyede bulunur:
Sopayı sallayışına dikkat et, sanki bir şey arar gibi değil mi? Sonunda buluyor. Kendini ona göre ayarlamaya çalışıyor.
Odaklanışını hisset. Seçebileceği pek çok vuruş var. Topraktan, üstten ya da ortadan. Ama sahayla uyum sağlayan tek bir vuruş var. Ve o vuruş onun kendi vuruşu. Ve o vuruş onu seçecek.
Dışarıda her birimizi arayan mükemmel bir vuruş var. Tek yapmamız gereken kendimizi onun yolundan çekmek. Onun bizi seçmesine izin vermek.
Sülüngiller (Phasianidae)
Sofi ile Ian arasında ilginç bir diyalog geçer:
Sofi: Sülüngillerin hikayesini biliyor musun?
Ian: Sülün… ne? O da ne?
Sofi: Bu bir kuş ve tüm zamanı tek bir an olarak yaşıyor. Sevginin ve öfkenin ve korkunun ve sevincin ve hüznün şarkısını söylüyor. Ve bu kuş hayatının aşkıyla tanıştığında hem mutlu hem de üzgün oluyor. Mutlu oluyor çünkü bu durum hayatının aşkı için daha başlangıç; üzgün oluyor çünkü biliyor ki bu çoktan bitti.
Bu bakış açısı gerçekten de hayatınızı değiştirebilir. Tabii nereye odaklandığınıza bağlı. Önce Nazım Hikmet’in gözünden bakalım.
Nazım Hikmet’in Saman Sarısı şiirinde şöyle bir ifade geçer:
ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan
Başlayan her şeyin bir gün biteceğini düşünerek o şeyden en ufak bir keyif bile almadan hayatımızı mahvedebiliriz.
Ya da başlayan her şeyi nasıl olsa sona erecek, en azından bu şey devam ederken, henüz daha sona ermemişken bunun keyfini çıkarayım da diyebiliriz değil mi? Biteceği için ona sıkı sıkıya sarılma fikri yani.
Astrofizikçi Neil deGrasse Tyson şöyle diyor:
Mayıs sineklerini düşünüyorum da, 24 saatten fazla yaşayamıyorlar. Onlara göre hayat nasıl acaba? Eğer gün ortasında doğarlarsa, bir güneşin doğuşunu asla göremeyecekler. Bizim kanıksadığımız şeyleri asla göremiyorlar.
Yani yaşamlarının her bir dakikası, bu bir duvar. Bu bir tavan. Bu bir ay. Bu bir çimen şeklinde.
Karşılaştıkları her şey, bu yaşam deneyimi.
…
Ben de şimdi bu gezegendeki 75 yılımı alıyorum ve mayıs sineği gibi yaşamak istiyorum. Sadece bir günüm olduğunu düşünerek ve her şeyi kabul ederek yaşamak istiyorum.
Yaşadığım bir satori’yi anlatıyım size. (Satori, Zen Budizm’inde “aydınlanma” anlamına geliyor. Burada sırf artislik olsun diye kullandım.)
ODTÜ’de sürekli takıldığım bölümden bir hanım arkadaşım vardı. Neredeyse tüm öğlen yemeklerini beraber yerdik. Bir gün yine Arka Bahçe’de buluştuk. Ama bu sefer sınırlı bir vaktimiz vardı. Onunla yemeğe ayırabileceğim sadece yarım saatim vardı. Masadan tam olarak ne zaman kalkacağımı biliyordum. Aksi takdirde çok önemli bir şeye geç kalacaktım. İşte o arkadaşımla yediğim tüm yemekleri düşündüğümde en keyif aldığım yemeğin bu yemek olduğunu biliyorum. Çünkü zamanımız kısıtlıydı, tam olarak ne zaman biteceğini biliyorduk ve işte bu yüzden farkında olmadan elimizdeki yarım saati olabildiğince iyi değerlendirdik.
Şimdi bir düşünelim: Elimizde sınırlı bir vakit olduğunda ve o vaktin ne zaman biteceğini bildiğimizde, o vakti en iyi şekilde değerlendirmek için elimizden geleni yapıyoruz. Peki ya vaktimiz yine sınırlı olsa ve ne zaman biteceğini bilmesek. Her an bitme ihtimali olsa. Her anı buna değecek şekilde yaşamamız gerekmez mi?
Atomlar Aşkına
Mike Cahill’in artık imzası niteliğindeki bölüme yani Mike Cahill’in aşk adına söylemek istediği sözlere geldik:
Ian, Sofi’ye der ki:
Büyük patlama gerçekleştiğinde, evrendeki tüm atomlar hep birlikte dışa doğru patlayan küçük bir noktanın içinde çarpışmaktaydı.
Yani benim atomlarımla senin atomların kesinlikle o zaman birlikteydiler, ve kim bilir, belki de son 13,7 milyar yılda birçok kez birlikte çarpıştılar. Yani benim atomlarım senin atomlarını tanıyordu ve her seferinde de tanıdı. Benim atomlarım senin atomlarını hep sevdi.
Fizikçi Lawrence Klauss bu durumu şöyle anlatır:
Vücudunuzdaki her bir atom, patlayan bir yıldızdan geldi. Muhtemelen sol elinizi oluşturan atomlarla, sağ elinizi oluşturan atomlar da farklı yıldızlardan geldi. Bu, evrenle ilgili bildiğim en şairane şey. Hepimiz birer yıldız tozuyuz.
İlk aldığım U2 albümü olan All That You Can’t Leave Behind’da Wild Honey diye bir şarkı vardır. Orada şöyle bir söz geçer:
Did I know you?
Did I know you even then?
Before the clocks kept time
Before the world was made
From the cruel sun
You were shelter
You were my shelter and my shade
Huzur verici filmlere yakışır dinginlikte bir yazı.
Çok çok güzel yorumlanmış ve örneklendirilmiş tüm metaforlar.. Teşekkürler…
Ben teşekkür ederim.