Bugün kafa yorduğumuz, cevaplamakta zorlandığımız, hayata dair pek çok sorunun cevabını, bizden 2000 yıl önce yaşamış birisinin verdiğini düşünün. Hatta bu kişinin verdiği cevaplar da tarihteki diğer herkesten çok daha net ve özgün olsun. Üstelik bu kişi, önüne tüm dünyanın serildiği bir imparator olmasına rağmen, filozof gibi yaşamayı tercih eden birisi olsun. Bir Marcus Aurelius yazısına hoş geldiniz.
BAŞLANGIÇ
TESADÜF
Yıl 2005. Aşırı güneşli, inanılmaz soğuk bir Ankara kışında ODTÜ’deyim. Ankara’da yaşayanlar bilir, hava ne kadar güneşliyse Ankara o kadar soğuktur. O gün, aklıma memlekete gitme düşüncesi geliyor. Huzur Turizm’den 16:30’a Sivas’a bilet alıyorum. Huzur Turizm, Sivas’taki diğer tüm işletmeler gibi ismiyle ironik bir biçimde hizmet sunanlardan. Yola çıkıyorum, Huzur Turizm’le huzursuz bir yolculuk sonucu, akşam vakti eve varıyorum. Evde anne ve babam beni karşılıyor. Onlarla biraz muhabbet ettikten sonra, vakit geç olduğu için onlar yatıyor. Vakit erken olduğu için ben de bir şeyler izleyeyim diyorum.
Televizyonu açıyorum, Kanal D’de John Cusack ve Kate Beckinsale’in oynadığı bir film yeni başlıyor. Jenerikte Kate Beckinsale ismini görünce filme bir şans vermeye karar veriyorum. Sonuçta beğendiğim bir kadın. Gerçi bir Eva Green değil. “Eva Green’in oynadığı bir filme denk gelmek güzel olabilirdi” diyorum. Ve bir saniye kadar düşündükten sonra o filmin Dreamers olması gerektiğine karar veriyorum.
Bu sırada John Cusack ve Kate Beckinsale’li film başlıyor, daha ilk sahnesinden filmin türünün, sinemanın en klişe türü olan romantik komedi olduğu anlaşılıyor. İyi ve orijinal film çıkma olasılığı neredeyse “10 yılda bir” olan romantik komedi türüne ait bu filme bir şans vereyim diyorum. Ve filmin o kadar da klişe olmadığını çok geçmeden anlıyorum. Filmin kahramanlarından birinin, bir oyuncu ya da mekan değil, bir kavram olduğunu fark ediyorum. “Tesadüfler” üzerine kurulu bu filmi beğeniyor ve izlemeye devam ediyorum.
Film devam ederken annem odaya geliyor ve “neden hala yatmadığımı” soruyor. Ayrıca “yoldan geldiğimi, dinlenmeye ihtiyacım olduğunu” da söylüyor. Yani her anne gibi, o da o an her ne yapmıyorsam bana onu öneriyor. Yatmadığım için yatmamı… Bu arada, annem tabii ki filmdeki tek öpüşme/sevişme sahnesinde odaya giriyor. Merak ediyorum bir araştırma yapsak, 100 anneyi ve 100 çocuğu toplasak… Çocukların her biri, ayrı odada çeşitli filmler izlese… Ve annelere desek ki “oğlunuzun odasına sadece bir kez girme hakkınız var, ama bu anın ne zaman olacağı size bağlı, yani istediğiniz bir an odasına girebilirsiniz”. Sizce annelerin odaya girdiği anda, öpüşme/sevişme sahnesi çıkma olasılığı ne olurdu? Bence %100’e yakın olurdu.
Annem lafını söylüyor ve gidiyor. Ben filmi izlemeye devam ediyorum. Filmin sonunda esas karakterin en yakın arkadaşı -kendisi gazetede ölüm ilanları yazan birisi-, bizim esas karakter için bir ölüm ilanı yazıyor. Ve ölüm ilanında Romalı bir filozofun sözüne yer veriyor.
O film Serendipity, o filozof Epictetus ve o söz de şuydu: “Kendinizi geliştirmek istiyorsanız başkalarının sizin deli ya da aptal olduğunu düşünmelerine aldırmayacaksınız.”
Ankara’ya aklımda bu söz, Epictetus adında bir filozof ve annemin tam o öpüşme sahnesini nasıl tutturduğu sorusuyla dönüyorum.
EPICTETUS
Sivas’a tesadüfen çıktığım yolculuk, Serendipity (Tesadüf) diye bir film izlememi ve Epictetus’la tanışmamı sağlamıştı. Epictetus, M.S. 55 – 135 yılları arasında yaşayan ve hayatının önemli bir bölümünü köle olarak geçiren bir filozof. Epictetus üzerine yaptığım okumalar beni Zeno’ya ve Stoacılık denen bir düşünce okuluna götürdü.
ZENO
Stoacılık düşünce okulu Zeno (M.Ö. 334 – 262) tarafından Atina’da kuruldu. Zeno, konuşmalarını meydana (meydana eski Yunancada agora deniyordu) bakan boyalı bir sundurmanın altında yapıyordu. Boyalı sundurmanın Yunancası ise Stoa Poikile. Öğrencileri önce Zenocular (Zenonians) olarak anıldı. Sonra bu buluşma mekanından dolayı sundurmacı (stoic) yani Stoacı olarak anıldılar. (How To Think Like a Roman Emperor, Donald Robertson, Sayfa 32).
MARCUS AURELIUS OLMAK
Marcus Aurelius, M.S. 121 – 180 yılları arasında yaşamış bir Roma imparatoru. İmparator olsa da kendisinin felsefeye ilgisi o kadar fazlaydı ki Plato’nun şu sözünün Marcus’un ağzından düşmediği söylenir: “Filozofların kral olduğu ya da kralların filozof olduğu ülkeler ancak büyür, gelişir”. (How to Think Like a Roman Emperor, Donald Robertson, Sayfa 60).
Kraldan çok bir filozof olan Marcus Aurelius’u anlamaya çalıştığım bu yazıda, onun Meditations isimli kitabından faydalandım. Bu kitap, Marcus Aurelius’un kendine aldığı notlardan oluşuyor. Eğer hazırsanız, modern insanın bugün bile çözmekte zorlandığı bazı varoluşsal sorulara, 2000 yıl öncesine gidip Marcus’un gözünden bakacağız.
VARLIK SEBEBİ
Marcus Aurelius, “Karşı masada oturan kız kim?” sorusundan sonra belki de dünyanın en eski sorusu olan bir soruyla ilgilendi: “Ben, bu dünyaya niye geldim?” Yani, “Bir varlık sebebim var mı?” “Dünyaya sadece tek bir şeyi yapmak için gelmiş olabilir miyim?” Bilmiyorum, belki de dünyaya şarkı söylemek, dans etmek, yazmak, onunla tanışmak (mutlaka bir “o” vardır) veya şirketlerin finansal analizlerini yapmak gibi bir neden için geldim. Eğer öyleyse ve şu an bambaşka bir şey yapıyorsam kesinlikle kendi varlığıma büyük bir saygısızlık yapıyorum demektir.
Belki de dünyaya bir nedenle gelmedim. Bir varlık sebebim hiç olmadı. Belki de o nedeni, ben seçeceğim ya da yaratacağım. Belki de varlık sebebim, kendimi neye adamak istiyorsam odur.
Sizi bir süreliğine dünyanın en eski tartışmasıyla meşgul ettikten sonra Marcus’un cevabına geçebilirim. Marcus Aurelius’a göre varlık sebebimiz ya da dünyada kendimizi adamamız gereken şey, başkalarına yardım etmek. İhtiyacı olanın yanında olmak. Eksiği olanın eksiğini gidermek. Ona bir şekilde yardımcı olmak.
Sabahın köründe, yataktan çıkmakta zorlandığında kendine şunu söyle: “Bir insan olarak işe gitmem gerekiyor. Doğduğum şeyi, yani dünyaya yapmak için geldiğim şeyleri yapacaksam, neden şikayet edeyim? Yoksa dünyaya battaniyenin altına sokulup sıcak kalmak için mi geldin?”
—Ama burası (battaniyenin altı) daha iyi…
Yani, bir şeyler yapmak ve onları deneyimlemek yerine, dünyaya “iyi” hissetmek için geldin, öyle mi?
Bitkileri, kuşları, karıncaları, örümcekleri ve arıları, ellerinden gelenin en iyisini yaparken dünyayı düzene sokarken bireysel görevlerini yerine getirirken görmüyor musun?
Ve bir insan olarak işini yapmaya istekli değil misin yoksa? Neden, doğanın gerektirdiğini yapmak için koşturmuyorsun?
—Ama bir ara uyumalıyım…
Tamam, haklısın. Ancak doğanın bunda bir sınırı var. Yemek yeme ve içmede olduğu gibi. Ve sınırı aştın. Fazlasını yaptın. Ama çalışmada değil. Orada hala kotanın altındasın.
Kendini yeterince sevmiyorsun. Yoksa kendi doğanı ve onun senden talep ettiklerini de severdin. Yaptığı işi seven insanlar, o işi yaparken kendilerini kaybeder, yıkanmayı veya yemek yemeyi bile unuturlar. Kendi doğana, taş oymacısının taşa; dansçının dansa; cimrinin paraya ya da sosyal statü meraklısının statüye duyduğu saygıdan daha mı az saygı duyuyorsun?
Onlar, yaptıkları şeyde gerçekten kendilerini kaybettiklerinde, sanatlarını yapmaktan vazgeçmek yerine yemek yemeyi ve uyumayı bırakmayı tercih ediyorlar.
Başkalarına yardım etmek, senin için daha mı az değerli? Emeklerine değmez mi? (Meditations, Marcus Aurelius, Kitap: V, 1)
Marcus Aurelius, insanın varlık sebebinin başkalarına yardım etmek olduğunu düşünüyor ve bir insanın, bir başkasına yardım etmekten kaçınmasını bir türlü anlayamıyor. Bunu sanat ve zanaatla karşılaştırarak sorguluyor. Dansçının dans etmesiyle ya da bir taş oymacısının taş oymasıyla, bir insanın bir başkasına yardım etmesi de ona göre aynı. Marcus burada aslında, pozitif psikolojideki “akış” (flow) kavramına değiniyor. Akış, Mihaly Csikszentmihalyi (“chick sent me high” diye okunuyor soy ismi) tarafından ortaya atılan bir kavram. Akış özetle, yaparken kendimizden geçtiğimiz, yapıyor olmanın en büyük ödül olduğu deneyimler diyebilirim. Akış sırasında hem performans olarak hem de his olarak zirvede oluruz. Tabii maalesef her deneyim akış olamıyor. Herhangi bir deneyimin akış olabilmesi için onu uzun süre yapıyor olmanız gerekiyor. Bu deneyimde kendinize geri bildirim verecek seviyeye gelmeniz lazım. Gibi gibi şeyler var. Şimdilik akışı burada kesiyorum.
Marcus Aurelius, yardım etmenin de akış deneyimi olması gerektiğini iddia ediyor. Yani yardım ederken de kendimizden geçip varlığımızı unutmalıyız. Mihaly Csikszentmihalyi, akış için “autotelic” yani “kendisi ödül olan eylem” ifadesini kullanıyor. Marcus için de bir başkasına yardım etmek tam olarak böyle.
Ödülün olarak eylemin kendisine bakmaktansa, bir iyilik yaptığını düşünüp karşılığında bir şey mi bekliyorsun? Birine yardım etmiş olmaktan başka ne bekliyorsun ki?
Kendi doğanın senden talep ettiğini yapmış olman yeterli değil mi? Bunun için bir de maaş mı istiyorsun?
Sanki gözlerin görmek için bir ödül bekliyor da ya da ayakların yürümek için… Onlar bunun için varlar. Yapmak için tasarlandıkları şeyi yaparak görevlerini yerine getiriyorlar. Aynen insanların başkalarına yardım etmek için yaratıldıkları gibi. Ve başkalarına yardım ettiğimizde -ya da bir şey yapmalarına yardımcı olduğumuzda- biz de tasarlanmış olduğumuz şeyi yapıyoruz. Görevimizi yerine getiriyoruz. (Meditations, Marcus Aurelius, Kitap: IX, 42)
Marcus’a göre birisine yardım ettiğimizde, doğamızın bizden istediğini yerine getiriyor ve görevimizi tamamlıyoruz.
Yarışın sonunda bir at…
Av bittiğinde bir köpek…
Balını tamamlamış bir arı…
Ve insanlara yardım ettikten sonra bir insan. (Meditations, Marcus Aurelius, Kitap: V, 42)
KUCAKLA
Bizler, ne yaşarsak yaşayalım şöyle düşünürüz: Bunlar oldu, başıma şunlar geldi, bana şöyle şeyler oldu… Yani yaşadığımız şeylerin, bize olduğunu zannederiz. Marcus Aurelius ise şunu iddia ediyor: Yaşadığımız şeyler bize olmuyor, bizim için oluyor.
Aynı bakış açısına Tasavvuf’ta da rastlıyoruz. Mevlana bunu Mesnevi’de “bizler konuk eviyiz ve yaşadıklarımız da birer misafir” diye anlatıyor. Şimdi, bir ev sahibi olduğunuzu düşünün. Ev sahibinin görevi nedir? Gelen konuğunu rahat ettirmek. Onun ihtiyaçlarını gidermek. “Valla kusura bakma da ben bir başkasını bekliyordum, seni alamam” dememek. Ya da “Bugün değil de yarın gelsen olur mu?” gibi bir şey de dememek. Gelen her konuğa, yaşadığımız her olaya “hoş geldin” deyip ona kucak açmak. Çünkü Tasavvuf’a göre o konuklar evimizi daha kötülerinden temizliyor, daha iyileri için hazırlıyor.
İnsanın bedeni, bir konuk evine,
Çeşitli düşünceler de ayrı ayrı konuklara benzer.
Arif, o neşeli ve gamlı düşüncelere razıdır,
Adeta gariplerin hatırını hoş eden Halil Peygambere benzer.
Onun kapısı da konuğu ağırlamak için daima kâfire de açıktı,
Mümine de emin olana da açıktı, haine de.
Bütün konuklara güler yüz gösterirdi.
Mesnevi V. Cilt; 3644 – 3646
Doğan Kitap, Çeviren: Veled Çelebi, Sf. 630
Her gün, gönle gelen düşünce o gün,
Sabah çağı gelen konuğa benzer,
Ev sahibine hükmeder, huysuzlukta bulunur.
Ev sahibi olmanın şanı, konuğu görüp gözetmek,
Ağırlamak ve nazını çekmektir.
…
Gam fikri, neşe yolunu vurursa gam yeme.
O, hakikatte başka neşeler hazırlamadadır.
O, hayrın aslından yeni bir sevinç,
Yeni bir neşe gelsin diye evi, başkalarından sıkıca süpürür.
Mesnevi V. Cilt; 3676 – 3680
Doğan Kitap, Çeviren: Veled Çelebi, Sf. 630
Yukarıda bahsettiğim dizeler, bir Coldplay şarkısının sözlerinde de geçer. Coleman Barks’ın The Essential Rumi kitabından alınan ve oldukça popülist bir tarzda İngilizceye çevrilen bu dizeleri yine de bir Coldplay şarkısında duymak güzel.
Coldplay – Kaleidoscope
This being human is a guest house
Every morning a new arrival
A joy, a depression, a meanness
Some momentary awareness comes
As an unexpected visitor
Welcome and entertain them all!
Be grateful for whoever comes
Because each has been sent as a guide
Bu arada sosyal medyada gördüğümüz neredeyse tüm İngilizce Mevlana sözleri, Coleman Barks’ın çevirisidir. Oysa Coleman Barks, Farsça da bilmez. Bence, Coleman Barks Mevlana’yı keşfedip hayran kaldı ve bunu tüm Amerika’nın görmesini istedi. Ama gerçek Mevlana’yı anlatmak yerine onu kendi kafasına göre yeniden yorumladı. Bu yüzden Coleman Barks, Mesnevi’den İslam’ı çıkarmakla suçlanır hep. Bu konuyla ilgili The New Yorker’da çıkan çok iyi bir makale var.
Marcus Aurelius’a dönersek Marcus’ta da sonsuz bir kucaklama vardır. Burada şunu unutmamak lazım. Bu, olanı kabullenmek değil. Olanı kucaklamak. Tam olarak böyle olmasını istemek yani. Marcus’a göre doğayla uyum içinde yaşamak için ancak böyle davranmak gerekir. Yaşadıklarımız çok zor da olsa, hayatımızda katlanamayacağımız anlar da olsa, bize düşen bu durumu kucaklamaktır.
“Doktor, hastaya reçetede şunları şunları yazdı” (at binsin, soğuk duş alsın, çıplak ayak yürüsün gibi…) diye duyduğunuzda ona şunu söyleyin: “Doğa ona hastalık yazdı.” Ya da körlük yazdı. Ya da bir uzuv kaybı… Ya da her neyse.
…
Ve bu durumda, doktorun reçetesini nasıl kabul ediyorsak olanı da kabul edelim. Her zaman hoş olmayabilir, ama onu kucaklayalım, çünkü iyileşmek istiyoruz. Bu bakış açısıyla doğanın başarısına bir bakın, kendi sağlığınıza baktığınız gibi ve olanı kabul edin (kabul edilmesi zor görünse bile). (Meditations, Marcus Aurelius, Kitap: V, 8)
Tamam, olanı kabul etmeyi anlarım da kucaklamak neden, diye düşünebiliriz. Marcus’a göre bunun iki nedeni var:
İlki, bunun sana oluyor olmasıdır. Bu tam olarak senin için yazıldı (reçete edildi). Ve bu seninle ilgili.
Diğer neden ise, bir bireyin başına gelenlerin, dünyadaki genel refahı da etkilemesidir. Dünyanın iyi oluşunun, tamamlanmasının, varlığının, hatta varlığının da iyi oluşunun nedeni budur.
Çünkü bütünden, onun tutarlılığını ve devamlılığını bozacak herhangi bir şeyi kesersen bütün de bozulur.
Sadece parçaları değil, onların amaçları da bozulur. Ve şikayet ettiğinde olan da budur: Bozmak ve yok etmek. (Meditations, Marcus Aurelius, Kitap: V, 8)
Marcus Aurelius’a göre “sadece olanı sevmekten, sadece yazılanı sevmekten daha büyük bir uyum yoktur.” (Meditations, Marcus Aurelius, Kitap: VII, 57) Marcus’a göre isyan etmek, olana karşı çıkmak doğanın dengesini ve dolayısıyla bizim dengemizi de bozar.
Hiç, ait olduğu bedenden çok uzakta bir yerde yatan kopmuş bir el veya ayak ya da başı kesilmiş bir kafa gördün mü? Başımıza gelenlere isyan ettiğimizde, kendimizi olandan ayırdığımızda ya da bencilce bir şey yaptığımızda kendimize yaptığımız ya da yapmaya çalıştığımız şey de budur. (Meditations, Marcus Aurelius, Kitap: VIII, 34)
Hepimiz hayatımızda çok zorlu günler geçiriyor, dayanamayacağımız şeyler yaşıyoruz. “Kabul et, kucakla demek kolay da, işin aslı öyle olmuyor. Bu durumda ne yapacağız imparator?” diye sorabiliriz.
Olan her şey, ya dayanılır ya da dayanılmazdır.
Ona dayanılabiliyorsan, dayan. Şikayet etmeyi bırak.
O şey dayanılmazsa … o zaman şikayet etmeyi bırak. Zaten seni bitirmesi, onun da sonu anlamına gelecektir. (Meditations, Marcus Aurelius, Kitap: X, 3)
Marcus Aurelius’un olana bu kadar sıkı sıkıya sarılmasının altında Stoacı felsefenin doğayla ilişkisi var. Stoacı felsefede, her şey doğadan gelir ve doğadan gelen bir şey kötü olamaz. Aynı bakış açısını Tasavvuf’ta da görürüz. Erzurumlu İbrahim Hakkı, Tefvizname’sinde şöyle der: Mevla görelim neyler neylerse güzel eyler.
Tasavvuf ve Stoacılık’ılın olanı kucaklamasının, evrimsel açıdan büyük avantajı olduğunu düşünüyorum. Bu düşünce tarzında, “Bu neden oldu?”, “Bu, neden benim başıma geldi?” gibi sorular yoktur. Bu bakış açısında, vakit harcamadan doğrudan eyleme geçmek vardır. Bu yüzden hem Tasavvuf hem de Stoacılık endişeden uzaktır. “Ya şöyle olursa?” yerine “Olursa olsun, ben şu an ne yapabilirim?” der.
Epictetus’un anlattığına göre Agrippinus bir gün arkadaşlarına akşam yemeği hazırlıyormuş. Tam o anda bir elçi gelip Agrippinus’a şöyle demiş: “İmparator Nero, siyasi bir tasfiye kapsamında seni Roma’dan sürgün etti.”
Bunu duyan Agrippinus da şöyle demiş: “O zaman öğle yemeğini Aricia’da yiyeceğiz”. Aricia, Agrippinus’un sürgün yolundaki ilk kasaba. (How To Think Like a Roman Emperor, Donald Robertson, 76)
Şimdi size Atomic Habits kitabında rastladığım bir örneği paylaşacağım. Bana göre tam anlamıyla bir Stoacı bakış açısıdır.
Bir keresinde tekerlekli sandalye kullanan bir adam hakkında bir hikaye duymuştum. Bu şekilde tekerlekli sandalyeyle sınırlanmanın zor olup olmadığı sorulduğunda, o da şöyle cevap verdi:
“Tekerlekli sandalyemle sınırlı değilim ki. Tam tersine onun sayesinde özgürüm. Tekerlekli sandalyem olmasaydı yatağa bağlı kalırdım ve evimden asla çıkamazdım.”
Atomic Habits, James Clear, Loc:1599
BEN VE BÖBREK TAŞIM
2016 yılında böbrek taşı düşürdüm. Eğer yakınlarınızda düşüren varsa nasıl bir acı hissedildiğini biliyorsunuzdur. Hayatımda böyle bir acı yaşamadım. Umarım kimse de yaşamaz. Bu bir ceza olsa, dünyaya bu cezayı hak edecek kimse gelmemiştir. Karnınıza bir bıçak saplandığını ve yavaş yavaş aşağı indiğini düşünün.
Böbrek taşı, tedavisi olmayan, neden oluştuğu bilinmeyen bir rahatsızlık. Bol su içer, bol bol hareket ederseniz taşın düşmesi kolaylaşıyor. Böbreğiniz düzenli taş üretiyorsa, bol hareket ve bol su içmek sizin için bir yaşam tarzına dönüşüyor.
Böbrek taşı teşhisinden önce çok yürümez ve su içmezdim. 2016’dan beri neredeyse her yere yürüyerek gidiyorum. Her gün en az 5 km yürüyüş yapmaya özen gösteriyorum. Yürüyüş yapanların çok iyi bildiği bir şeyi ben de son 5 senede öğrendim: Yürüyüş yapmak kafanızı inanılmaz bir şekilde toparlıyor. Bir tür meditasyon gibi. Yürüyüş, kafamdaki soruya net bir şekilde cevap bulmamı da sağlıyor. Bir konuda ne düşündüğümü anlamak ya da kafamdaki bir soruya cevap bulmak istiyorsam, kendimi yola bırakıyorum, yürüyüş bana cevabı söylüyor. Böbrek taşı, yanı başımda duran bir hazineyi keşfetmemi sağladı. Yürüyüşü.
Yürümek, ister dışarıda ister koşu bandında olsun, yaratıcı düşünmeyi artırıyor.
Journal of Experimental Psychology: Learning, Memory, and Cognition New Yorker
Bu taş düşürme olayının şöyle bir yanı da var: Sancı ya da ağrı sizi herhangi bir anda bulabilir. Evde, işte, yolda, sinemada, konserde, çok önemli bir buluşmada, iş sunumunda… Ağrı sizi bulduğunda hiçbir şey yapamıyorsunuz. Ağrı kesiciler bir derece acınızı hafifletiyor. Ağrı çok şiddetliyse en yakın acile gidip, kalçadan bir iğne vuruluyorsunuz.
Ben de şöyle düşündüm: Ağrı olduğunda hiçbir şey yapamıyorsam, ağrı olmadığında her şeyi yapabilirim. Bu düşünce, hayatımı inanılmaz zenginleştirdi. Artık hiçbir şeyi ertelemiyorum. O an aklıma çok iyi bir fikir geldi, hemen yapıyorum. Bir yere gitmek mi istedim, hemen oraya gidiyorum. Anında alıyorum bileti. Anında arıyorum o kişiyi.
Hiçbir şeyi ertelememenin şöyle bir avantajı da var: O an yapabileceğim her şeyi o an bitiriyorum. Hiçbir şey gözümde büyümüyor. Bilenler bilir Daniel Kahneman’ın Thinking Fast and Slow isimli bir kitabı var. Hayatımda okuduğum en iyi kitaplardan, ama oldukça zor okunan ve kapsamlı bir kitap. “Hiç bitmeyecek şeyler” listemde bu kitap, askerlikten sonra ikinci sırada yer alıyor. Bu kitabı bitirdikten birkaç yıl sonra kitapla ilgili bir yazı yazayım dedim. Bu kitapla ilgili bir yazı yazmaksa adeta bir ölüm. Kitabı açtığımda notlarımı gördüm. İleride bu kitapla ilgili bir yazı yazarım diye notlar almışım. Hatta o kadar iyi notlar almışım ki… Bu konu şununla ilgili, şu sayfadakine de benzer, bu kitaba da değinebilirsin, yazı şu kadar bölümden oluşmalı, içinde bunlar olmalı, onlar da bu sayfada … O notları alan, geçmişteki bana gidip sarılmak istedim. İşimi o kadar kolaylaştırmıştı ki…
Ve kendime o an söz verdim: Bir sonraki benin, bana sarılmak isteyeceği insan olacağım.
İSTEKSİZLİK
Birçok öğretinin merkezinde, isteklerden arınma düşüncesi vardır. Örneğin Mevlana, Mesnevi’de “Muratsızlık (isteksizlik) cennete kılavuzdur” der. (Mesnevi, Cilt: III, 4467) “İyi de nesi var bu isteklerin?” ya da “Bir şeyi istemenin ne zararı olabilir ki insana?” diye düşünebiliriz.
İstekler, öncelikle “bende olan” ve “bende olmayan” ikiliğini yaratır. Ve ben, “bende olmayana” odaklanarak içinde bulunduğum durumun, zamanın ya da sahip olduklarımın hakkını değerini bilememiş olurum.
İstekler aynı zamanda sonsuzdur. Hiçbir istek, tek başına bizi tatmin edemez. Çünkü her istek, bir döngü yaratır. Şimdi bir “istek döngüsü” nasıl oluşuyor bir bakalım: Ben, bende olmayan bir şeye sahip olmak istiyorum. Sonra ona sahip olmak için bir çabada bulunuyorum. Ve sonunda -eğer şanslıysam- o şeye sahip oluyorum. İsteğim gerçekleşiyor.
Ona sahip olduktan bir süre sonra ona olan isteğim azalıyor. Onu kanıksıyorum. O, benim artık bir gerçekliğim oluyor. Ve ben yeni bir şey istemeye başlıyorum. İşte bu duruma hedonic treadmill deniyor. Hatta size çok ilginç bir araştırmadan bahsedeyim: Bir araba kazasında felç olan birisiyle, piyangodan büyük ikramiye kazanan birisini düşünün. Eminim, ikisinin de bir sene sonraki mutluluk seviyelerinin aynı olması size garip gelecektir. Ama bir araştırma gösteriyor ki bu iki kişi, bir sene sonra neredeyse eşit derecede mutlu (Dan Gilbert. The Surprising Science of Happiness. 2004).
Büyük ikramiyeyi kazanan kişi, ilk başta aşırı mutlu oluyor. Sonra zamanla bu duruma alışıyor, onu kanıksıyor. Felç geçiren kişi de ilk başta oldukça mutsuz oluyor, sonra bu durum onun gerçeği oluyor ve bunu kabulleniyor. Sonuçta bu iki kişi de bir yıl sonunda eşit derece mutlu oluyor.
Marcus Aurelius da benzer düşüncede. Ama diğer herkesten çok daha iyi bir çözümü var: Marcus diyor ki: “Sahip olmadığın şeyi, sanki hiç yokmuş, hiç var olmamış gibi düşün.” (Meditations, Kitap VII, 27)
GEÇİCİLİK
Süreksizlik ya da geçicilik kavramı bana göre hayattaki en önemli şey. Her şeyin geçici olduğu bir dünya, pek fark etmesek de müthiş bir şey. Başınıza çok kötü bir olay geldi, türlü türlü zorluklar yaşadınız. Her şeyin geçici olduğunu bilmek sizi rahatlatacaktır. Çünkü yaşadığınız şey, ne kadar zor olursa olsun o da geçecek.
İnanılmaz keyif aldığınız bir ortamdasınız. Bu anın ya da ortamın da geçici olduğunu bilmek, sizin bu ortamın hakkını vermenizi sağlayacak. En azından sağlamalı. Bir köşeye çekilip eski sevgiliye mesaj atmak ya da fiziksel olarak oradan olmayan birilerinin o gün ne yaptığını takip etmek o ana yakışmaz. Çünkü içinde bulunduğunuz o şey, akıp gidiyor. Geçicilik diyor ki “burası harika, buranın hakkını ver”.
Ya da diyelim birinden ayrıldınız. Hala unutamıyorsunuz onu. Var olan her şey, sanki size onu hatırlatmak için el birliği yapıyor. Bu da geçici. Evet bu da geçecek. Bunun da geçeceğini bilmek sizi rahatlatacak.
Ya da birisine aşıksınız. Onu çok seviyorsunuz. Bu hissinizin de geçici olduğunu bilmek, size bu hisse sıkı sıkı sarılmanızı sağlayacak. Her şeyin geçici olduğunu bilmek, kısaca size şunu söyleyecek: Zor mu, rahatla, geçecek. Güzel mi, tadını çıkar, geçecek.
Çok konuştum, lafı Marcus’a bırakıyorum.
Her şeyin ne kadar hızla geçtiğini ve gittiğini unutma. Şimdi burada olanlar ve olacak olanlar…
Varoluş bir nehir gibi yanımızdan akıp gidiyor: “Ne” sürekli akış halinde, “neden”inse binlerce çeşidi var.
Hiçbir şey sabit değil, şu an burada olanlar bile. Geçmişin ve geleceğin sonsuzluğu, derinliğini göremediğimiz bir uçurum gibi önümüzde. Bu yüzden, ancak bir aptal kendisini önemser ya da bir şeye canını sıkar. Ya da bir şeye öfkelenir. Sanki bizi sinirlendiren şeyler devam edecekmiş gibi. (Meditations, Kitap: V, 23)
Her şeyin geçici olduğu bir dünyada ancak bir aptal kendisini önemser ya da bir şeye canını sıkar. Şu mavi donuk noktada (pale blue dot) kendimizi ne kadar da önemli zannediyoruz değil mi?
Unutma:
Madde. Senin payın ne kadar da düşük.
Zaman. Sana ayrılan ne kadar da kısa ve geçici.
Kader. İçinde ne kadar da küçük bir role sahipsin.
(Meditations, Kitap: V, 24)
Peki ne yapacağız? Marcus’a göre “Olanı tevazuuyla kabul edeceğiz, olanın gitmesine onu hiç umursamadan izin vereceğiz.” (Meditations, Kitap: VIII, 33)
SON SÖZLER
Kate Beckinsale ile başlayan bir Stoacı yolculuğun daha sonuna geldik. Bu yolculukta hayata Marcus gibi bakmaya çalıştım. Eğer bir Stoacı gibi yaşamaya devam etmek istiyorsam bunları unutmamalıyım:
Dünyaya, başkalarına yardım etmek için geldim. Gözüm, sırf gördüğü için bir ödül bekliyor mu? O zaman ben neden birisine yardım ettiğimde karşılığında bir şey bekliyorum.
Hayatta karşıma çıkan zorluklar, yaşadığım tüm sıkıntılar bana olmadı. Benim için oldu. Bu yüzden, olanı kabul edeceğim. Ama kabul etmekle kalmayıp olanı kucaklamayacağım. Çünkü yaşadığım her şey benin için bir ilaç. İçtiğimde bana iyi gelecek.
Belki bu yolculukta çeşitli ödüller kazanacağım, aşırı zengin, başarılı olacağım. Çok önemli pozisyonlara geleceğim. Ya da çok kötü şeyler yaşayacağım, bazı şeylere canım çok sıkılacak. Ama şunu unutmayacağım: Her şeyin geçici olduğu bir dünyada, ikisi de eşit önemde. Ya da önemsizlikte. Ben doğamın benden istediklerini yaptığım sürece hiçbir şey kötü olamaz.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Flow (Akış) kavramı üzerine Harvard Business Review Blog’da yazdığım yazı: Akışta Olmak ve Hayatı Kazanmak
Hiç Olmak üzerine yazdığım yazı: Hiç Olmak
Bahsi geçen Thinking Fast and Slow yazısı: Kararı Veren Kim?
“Ben de şöyle düşündüm: Ağrı olduğunda hiçbir şey yapamıyorsam, ağrı olmadığında her şeyi yapabilirim.” -harika bir bakış açısı, ve yine çağrışımların çok anlamlı şekilde yazıldığı, okurken alıp götüren bir yazı, Marcus Aurelius da üzerine saatlerce konuşulası bir filozof… elinize sağlık.. Thinking Fast and Slow yazısını da merakla bekliyoruz
Teşekkürler.
Thinking Fast and Slow yazısını birkaç sene önce tamamlamıştım. Yazıyı Harvard Business Review Blog’dan okuyabilirsiniz: https://hbrturkiye.com/blog/karari-veren-kim
Yazmanız bana yaptığınız bir yardım, teşekkür ederim. Böbrek taşı için gilaburu iyi derler. 🙂
Ben teşekkür ederim. Evet gilaburuyu çok önerdiler, o dönem içmiştim ben de.
Instagramda bir söz okumuştum -kaynağı şüpheli tabi – “bu neden benim başıma sürekli geliyor” diyorsan bir şaman öğretisi şöyle der “ders, sen öğrenene kadar devam eder”. Yazınızda “hayatta karşınıza çıkan zorluklar sana olmadı senin için oldu” kısmı üzerine düşününce bu söz geldi aklıma.
Yaşadıklarımızın bize özel olmasını bilmek ne yaşanırsa yaşasın bizi çok daha mutlu ve özel hissettirecektir. Bu kabulu yapmak bile hayatı ve yaşamın değerini anlamamızı kolaylaştıracaktır.
Mükemmel. 2022 yılındayız umarım hâlâ buralardasınızdır.
Teşekkürler.
Yeni manifesto var mı? Şaka bir yana çok başarılı buldum siteyi, içeriği, düşünme yaklaşımını.. ilham verdi.. elinize sağlık..
Çok teşekkürler. İş yoğunluğundan eskisi kadar vakit ayıramıyorum maalesef buraya. Ama yazıların özeti niteliğinde Instagram içerikleri hazırlamaya başladım:
https://www.instagram.com/cevap_isareti/