GİRİŞ
Bu yazıda, aşağıdaki sorulara cevap aradım:
Neden aşık oluyoruz? Neden bir başkasına değil de ona? Aşkın evrimsel avantajı ne?
Kadın ve erkekler neden bu kadar farklı? Beyinleri nasıl çalışıyor? Bunun evrimsel ve bilimsel açıklaması ne? (Web thinking vs. Step thinking)
Kim, kimden hoşlanıyor? Hangimiz benzerini, hangimiz zıttını arıyor?
Aşıkken beyinde neler oluyor? Hangi bölgeler aktif oluyor? Aşık olanlar ve kokain bağımlıları hangi açıdan çok benzer?
Aşk adına yeni bir şey söyleyen filmler neler? Interstellar, aşkı bir varlık sebebi olarak mı görüyor?
Peki Tasavvuf aşk adına ne söylüyor? Aşk bir imtihan mı, rehber mi yoksa bir ödül mü?
Peki ya benim aşklar? Bana ne öğrettiler?
ANLAMADIĞIN DİLDE BİR ŞARKI DİNLEMEK
ODTÜ’deyim. Yakın zamanda tanıştığım ve İstanbul’da okuyan bir kızdan hoşlanıyorum. Kendisiyle çok iyi anlaşıyoruz. Sürekli telefonla konuşuyoruz. Benim Ankara’da olmamın, onun İstanbul’da yaşamasının hiçbir önemi yok. İletişimimiz sanki aynı anda aynı yerdeymişiz hissi yaratıyor. Ve bir pazar akşamı kendisine açılmaya karar veriyorum. O zaman ne akıllı telefonlar ne de sosyal medya var. Sahip olduğumuz şeyse MSN Messenger. Ama ben daha geleneksel bir yöntem kullanmak istiyorum. Mektup yazıyorum. Şaka şaka. Tabii ki mektup yazmıyorum, SMS’i tercih ediyorum.
Ona, kendi tarzımda ondan hoşlandığımı net bir şekilde ifade ettiğim bir mesaj atıyorum. Mesajı attığım akşam, aynı zamanda Kadir Gecesi. Yani içinde Kadir Gecesi olmayan bin aydan daha “hayırlı” bir gece.
İçimden “Haydi Allah’ım bana bir Kadir Gecesi mucizesi yaşat” diyorum ve mesajımı yolluyorum. Kısa bir süre sonra ise cevap geliyor. Gelen mesaj çok net bir “hayır”. Bin aydan daha “hayırlı” bir gecede, “hayır” cevabı alıyorum.
Kabul etmem lazım, istediğim şey bir cevaptı. Fakat, evet cevabıydı. Evet cevabı, ona olan hislerimin karşılıklı olduğunu gösterecekti. Ben ondan hoşlanıyordum, onun da benden hoşlanmasını istiyordum. Ama onun benden hoşlanması yetmiyordu. Bunu bilmek ve buna emin olmak istiyordum. Aynen Yvaine gibi.
Yvaine ile tanışın. Kendisi, Neil Gaiman’ın Stardust (Yıldız Tozu) kitabının baş kadın karakteri. Aynı zamanda dünyaya düşen bir yıldız. Evet, bildiğimiz gök cismi olan yıldız. Kitaptan uyarlanan sinema versiyonunda ise kitapta olmayan bir ilanı aşk sahnesi var. Bu sahnede senarist Jane Goldman, dünyayı bin yıllardır izleyen bir yıldıza yani Yvaine’e bir aşk tanımı yaptırıyor. Tek işi, tüm dünyayı izlemek olan birisinden daha iyi kimse aşkı tanımlayamaz değil mi?
Hatırlıyorsun değil mi, sana aşk hakkında çok az şey biliyorum demiştim. Ama bu doğru değildi. Aşk hakkında çok şey biliyorum. Gördüm, yüzyıllar boyunca üstelik. Ve dünyanızı izlemeye değer kılan tek şey buydu. Tüm o savaşlar, acılar, yalanlar, nefretler… Yüzümü diğer tarafa çevirmek ve bir daha asla aşağı bakmamak istedim. Ama insanların birbirlerini sevişini gördükçe…
Evrenin en uzak noktasına kadar arasanız da bundan daha güzel bir şey bulamazsınız. Yani evet biliyorum, aşk koşulsuzdur. Ama aynı zamanda biliyorum ki aşk tahmin edilemez, beklenmedik, kontrol edilemez, dayanılmaz ve tuhaf bir şekilde nefretle karıştırılması çok kolay bir şey.
Demek istediğim şey Tristan… Sanırım seni seviyorum. Bu aşk mı Tristan? Kendim için böyle bir şey hissedebileceğimi hiç düşünmemiştim. Kalbim, yani sanki göğsüm onu zar zor taşıyabiliyor gibi. Sanki oradan kaçmak istiyor, artık bana ait değilmiş gibi. Çünkü sana ait. Ve eğer onu istersen, karşılığında hiçbir şey istemem. Hediye, mal-mülk, bağlılığı gösteren bir kanıt… Senin de beni sevmenden başka hiçbir şey istemem. Sadece kalbim karşılığında kalbin.
Stardust – Yönetmen: Matthew Vaughn
Hayır, hikayemiz daha bitmedi. Attığım o kısa mesajdan bir buçuk ay sonra bana bir mesaj geliyor. Gelen mesaj ondan. O, Ankara’ya geliyor ve görüşmek istiyor. Türk sineması posterlerinin eşlik ettiği Plaklı Figüran adlı kafede buluşuyoruz.
Sohbetimize sıkıcı konulardan başlıyoruz. Ne yapıyorsun, okul nasıl gidiyor, dersler nasıl?… Sonra sohbet ilerliyor, bizi nelerin heyecanlandırdığından, şu hayatta ne yapmak istediğimizden, yaptığımız seçimlerden kısaca her şeyden konuşmaya başlıyoruz. Onunla konuşurken bir şey dikkatimi çekiyor: Onu etkilemeye çalışmıyorum. Konuyu en çok konuşmak istediğim konulara da getirmiyorum. Konu açılıyor, o konudaki düşüncelerimizden bahsediyoruz ve sonra o konu, bizi başka bir konuya yönlendiriyor. İkimiz de birbirimizin o konuda ne söyleyeceğini merak ediyoruz.
O gün çıkmaya başlıyoruz. Arada mesafe olduğu için sürekli İstanbul’a gitmem gerekiyor. İki haftada bir İstanbul’a gidiyorum. Ara sıra da o Ankara’ya geliyor. Daha doğrusu ODTÜ’ye.
İlişkimiz devam ederken kendimi inanılmaz şanslı hissediyorum. Bu kadar iyi anlaştığım birisini, bu kadar çabuk bulabileceğimi hiç düşünmemiştim çünkü. İlişkimiz daha çok telefon üzerinden ilerliyor. Her gün en az bir saat konuşuyoruz.
ODTÜ 6. yurttaki zamanımın önemli bir kısmı böylece telefonda geçiyor. Hatta sadece yurtta değil, kampüsün neredeyse her noktasında onunla telefonda konuşuyorum. Her gece kampüste elimde telefonla yürüyorum, sohbetimize ODTÜ kampüsü eşlik ediyor. Bazen o kadar yürüyorum ki kendimi ODTÜ’nün Eskişehir yoluna bakan A1 kapısında buluyorum. Oraya nasıl geldiğim hakkındaysa hiçbir fikrim olmuyor. Çünkü onunla konuşurken zaman ve mekan benim için yok oluyor. Yunus’un dizeleriyle ifade etmem gerekirse…
Ben yürürüm yana yana
Aşk boyadı beni kana
Ne akılem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi
Yunus Emre – Gel Gör Beni Aşk Neyledi
Yaklaşık iki yıl sonra ilişkimiz sona eriyor. Kendisinin beni aldattığını öğreniyorum. Ve benim için oldukça zor bir dönem başlıyor.
Onunla birlikteyken “bir” olduğumuzu düşünüyordum. İkimizin de aynı şeyi yaşadığını düşünüyordum. Ama öğrendim ki benim yaşadığımla onun yaşadığı şey, bambaşka şeylermiş.
O dönem aşkın, “anlamadığım dilde bir şarkı dinlemek” olduğunu düşünüyorum.
Bir şarkı duyarsınız. Bilmediğiniz bir dilde.
Şarkı çok hoşunuza gider. Şarkının ritmine ayak uydurur, dans etmeye başlarsınız.
Bu şarkı size bambaşka şeyler düşündürür, sizi neşelendirir.
Şarkıyı dinledikçe yerinizde duramazsınız.
Ama bir ara, şarkının sözlerinin kendi dilinizdeki karşılığına bakmak gelir aklınıza.
O sözlere baktığınızda ise sizi bir sürpriz bekler.
Şarkının size hissettirdikleriyle, şarkının orijinal sözlerinin bir alakası olmadığını görürsünüz.
O zamanlar aşk, benim için böyle bir şeydi. Anlamadığın dilde bir şarkı dinlemekti.
Ayrıldıktan sonraki günler benim için oldukça zor geçiyor. İlk haftalar, sürekli yurttaki TV odasında takılıyorum. Kanalı bile değiştirmiyorum, ne çıkarsa onu izliyorum. Arkadaşların “Neyin var, iyi misin, hasta mısın?” gibi sorularına cevap vermemek için derslere de gitmiyorum. Pek yemek yiyemiyorum. Sadece tost yiyebiliyorum. Ben de her tostu, ODTÜ’deki farklı bir mekanda yemeye başlıyorum (favorim Fizik kantini bu arada).
Zamanla eski normal düzeninize geçiyorsunuz. Ama yine de kötü hissediyorsunuz. Peki nasıl olur da bu kadar kötü hissedebiliyorum? Yani bu his, bu aşk bugün bende varsa, yani bir homosapiens bu şekilde hissediyorsa kesinlikle milyonlarca yıl önce bu his, ona hayatta kalmak ve neslinin devamını sağlamak konusunda avantaj sağlamış olmalı. Yoksa bugün aşk diye bir şey olmazdı. Bugün böyle bir şey hissetmezdik.
Aşık olan atalarımız, evrimsel olarak seçilerek hayatına devam ettiyse aşkın kesinlikle bir avantajı olmalı. Ama ben tam tersini hissediyorum. Bu his, bırakın hayatta kalmak konusunda bana avantaj sağlamayı, beni öldürüyor. Bana göre, hiçbir homosapiens’in bugün böyle bir duyguya sahip olmaması gerekiyor. Aşık olan ilk insansı canlıların kesinlikle evrim sürecinde elenmesi lazım. Beni öldüren ve hiçbir avantaj sağlamayan bu his, nasıl oluyor da bugüne kadar gelebiliyor?
EVRİMSEL AÇIDAN AŞK
Aşk neden var?
Helen Fisher ile tanışın. Kendisi bir antropolog ve aşkın evrimi konusunda en yetkili insanlardan birisi. Helen Fisher’a göre aşkın ya da onun ifadesiyle “romantik aşk güdüsünün” biz insanlarda olmasının çok önemli bir evrimsel avantajı var. Fisher, Anatomy of Love kitabında; insanın çiftleşmesi ve üremesi için beynimizde 3 bölümün evrimleştiğini söylüyor. Bunlar: Seks güdüsü, romantik aşk güdüsü ve derin bağlılık hissi. [1]
Bu bölümler birbirleriyle ve beynin diğer pek çok sistemiyle sürekli etkileşim halindeler. Fakat, bu bölümler her zaman birbirleriyle o kadar iyi bağlantılı bir şekilde çalışamıyor. O yüzden Fisher’a göre birisinden hoşlanırken bir başkasıyla yatmak isteyebilir ve bir başkasına da oldukça bağlı olabilirsiniz. Eğer böyle bir durum yaşadıysanız bunun nedeni, beyninizin bu 3 ana yapısının etkili bir şekilde çalışamaması ya da bu bölgelerin çok iyi bağlantı kuramaması.
Beynimizdeki bu üç sistemin, sosyal hayatımızı ve ürememizi yönetmek üzere evrimleştiğini söyleyebiliriz. Fisher’a göre seks güdüsü bizi, çiftleşecek eş arama konusunda motive ediyor. Romantik aşk güdüsü, bizim tek seferde sadece bir eşe odaklanmamızı sağlıyor. Derin bağlılık hissi ise o eşle çocuğumuzu birlikte büyütecek kadar birlikte olmamızı sağlıyor. [2]
Şimdi bu yazının konusuna yani “romantik aşk güdüsüne” biraz daha odaklanalım. Fisher, beynin bu bölümünün ilk insanların çiftleşme enerjilerini tek bir partnere yönlendirmesi için geliştiğini söylüyor. Yani romantik aşk güdüsü, aynı anda sadece bir kişiden hoşlanmamızı ve sadece o kişiyle ilgilenmemizi sağlıyor. Böylece zamandan ve enerjiden tasarruf sağlıyoruz. Aşk, aynı zamanda seksi ve üremeyi başlatıyor; bağlılık hissini ve DNA’nın birlikte aktarımı için ebeveynliği tetikliyor. [3]
Yani hayatta kalıp bugüne gelmemizi aşka borçluyuz diyebiliriz. Çünkü her şeyi aşk başlatıyor. Yani, belirli bir kişiye karşı hissettiğimiz o duygu. Peki bu hissi neden özellikle o kişiye karşı hissediyoruz? Yani neden bir başkası değil de o?
Neden bir başkası değil de o?
Evet, neden o? Çünkü sizin “aşk haritanız”, sizi o kişiye yönlendiriyor. Aşk haritası mı ne? Beynimiz, biz daha küçükken bir aşk haritası oluşturuyor. Bu aşk haritası, bizim ideal aşkımızı bulabilmemiz için bize bir şablon oluşturuyor.
Çocuklar bu aşk haritasını 5 ve 8 yaş arasında aile, arkadaşlar, deneyimler ve şans gibi öğelerden etkilenerek geliştirmeye başlıyor. Örneğin, çocukken ailenizde bir kargaşa mı yoksa huzur mu olduğu; annenizin sizi dinleme, azarlama şekli; babanızın espri anlayışı, konuşması ve yürüyüşü gibi şeylere dikkat ediyorsunuz.
Bazı arkadaş ve akrabalarınızın karakteristik özellikleri, mizacı ilginizi çekerken bazılarını ise rahatsız edici olarak konumlandırıyorsunuz. İşte tüm bu özellikler beyninizde bir model oluşturuyor. Bilinçaltınızda oluşan bu model, sizin neleri sevdiğiniz ve neleri sevmediğinizin kalıbını oluşturuyor.
Siz büyüdükçe de bu aşk haritası daha fazla ete kemiğe bürünüyor. Ergenliğinizde ise seks güdüsünün de artmasıyla spesifik detaylarla sizin için mükemmel eşin tanımı netleşiyor. Vücut yapısı, ilgi alanları, tuhaf özellikleri, espri anlayışı ve kişiliğiyle kafanızda mükemmel eşi tanımlıyorsunuz.
Yani siz o kişiyle kafede, barda, partide, iş yerinde daha tanışmadan önce, kafanızda o kişinin temel özelliklerine ait bir resim çoktan belirmiş oluyor. Çıktığınız, birlikte olduğunuz kişi, sizin “doğru kişi” olarak düşündüğünüzden biraz farklı olabiliyor değil mi? Hatta “Ben bu insanda ne buluyorum?” diye kendinize soruyor olabilirsiniz. “Biz, birbirimiz için uygun değiliz” de diyebilirsiniz. Ama bu kişi, siz farkında olmasanız da sizin yıllardır oluşturduğunuz aşk haritanıza son derece uygun bir kişi aslında. [4]
Peki bir genelleme yapabilir miyiz? Yani kim, kimden hoşlanıyor? Benzer özelliklerimiz mi bizi bir araya getiriyor yoksa zıt kutuplar mı birbirini çekiyor?
Kim, kimden hoşlanıyor?
Helen Fisher insanları, vücutlarındaki hormon ya da nörotransmitter seviyesine göre dörde ayırıyor. [5] Kimlerden hoşlanacağımızı da bu kimyasallar belirliyor. Fisher’ın kategorilerini olabildiğince basit açıklayabilmek için bu kategorileri şu şekilde özetledim:
- Yenilikçiler
- Gelenekselciler
- Yöneticiler
- Uzlaşmacılar
Yenilikçiler
İlk grup yenilikçiler. Bu kategoriye girmemizi dopamin sistemimiz belirliyor. Dopamin ödül, enerji, öfori (aşırı heyecan ve mutluluk), arzulama, odaklanma ve motivasyondan sorumlu bir uyarıcı.
Yenilikçileri meraklı, yaratıcı, spontan, enerjik, yenilik arayan ve açık fikirli insanlar olarak düşünebiliriz. Doğuştan özgürdürler. Bazıları onlarla birlikte dağlarda, çöllerde, denizlerde ya da şehirlerde yeni maceralara açılacak birisini arar. Bazıları da sinemada, balede, tiyatroda ya da operada onlara eşlik edecek birilerini… Bazıları doğayı keşfetmek isterken bazıları da yeni fikirlere ya da o ana en iyi gidecek ne varsa ona açtır. Ve -burası önemli- yenilikçiler, yenilikçileri arar; onlarla birlikte olmak ister. Yani bu gruba giriyorsanız, kendinize benzer olan insanları arıyorsunuz.
Gelenekselciler
Gelenekselciler, sakin ve dikkatlidirler. Tanıdık olanı severler. Kurallara uyarlar, otoriteye saygılıdırlar, plan yapmayı, rutini ve programı severler. Onlarda serotonin daha çok etkilidir. Serotonin, insanda mutluluk, canlılık ve zindelik hissi veren bir nörotransmitter’dir. Eksikliğinde depresif, yorgun, sıkılgan bir ruh hali görülür.
Ve gelenekselciler de gelenekselcileri yani kendilerine benzer olanları arar, onlarla birlikte olmak ister.
Yöneticiler
Yöneticiler, testosteron yani erkeklik hormonunun daha aktif olduğu insanlardır. Helen Fisher testosteronun hayli aktif olduğu gruba örnek olarak Steve Jobs’u veriyor. Bu insanlar yaratıcı, şüpheci, titiz, rekabetçi, cesur, kararlı, direkttirler. Çoğunluğu erkek olan bu gruba Fisher, Margaret Thatcher ve Hillary Clinton’u da sokuyor.
Cinsiyetten bağımsız olarak yöneticiler zıttını arar. Peki onların zıttı kim? Östrojen seviyesi yüksek olanlar. Yani uzlaşmacılar.
Uzlaşmacılar
Uzlaşmacıların karakterlerini, östrojen ve onunla yakından ilgili olan oksitosin belirliyor. Östrojen hem erkek hem kadınlarda bulunmakla beraber, üreme döneminde kadınlardaki seviyesi çok daha yüksek.
Uzlaşmacılar, büyük resmi gören insanlardır. Ağ şeklinde düşünürler (bu konuya daha sonra değineceğim). Yani konseptsel, bütünsel ve uzun vadeli karar verirler. Sözcüklerle araları iyi, insanlarla çok iyilerdir. Hayal güçleri yüksek, sezgileri kuvvetli, empati yetenekleri fazla, güvenilir ve duygularını ifade edebilen insanlar. Ve cinsiyetten bağımsız olarak uzlaşmacılar zıttını yani yöneticileri tercih eder.
Peki bu hormonlardan bağımsız olarak daha genel baksak konuya? Örneğin kadın ve erkeği ele alsak. Sizce benzer miyiz? Ya da çok ayrı dünyaların insanları mıyız?
KADIN VE ERKEK
Seinfeld’in birinci bölümünde Jerry’nin kadın ve erkekleri karşılaştırdığı bir stand-up gösterisini izleriz.
Yemin ederim kadınların ne düşündüğünü hiç bilmiyorum. Anlamıyorum işte.
Sinyalleri anlamadığımı kabul ediyorum. Kadınların hareketleri çok ince (çözümü zor). Yaptıkları her şey çok ince. Bizse öyle değiliz. Biz gayet düzüz.
Kadınlar da erkekler de erkeklerin ne istediğini biliyor. Ne istiyoruz? Kadınları. Hepsi bu. Kesin olarak bildiğimiz tek şey bu. Gerçekten bu. Kadınları istiyoruz.
Onları nasıl elde ederiz? O kısmı hiç bilmiyoruz. Ondan sonraki adım hakkında hiçbir fikrimiz yok. İşte bu yüzden erkekleri korna çalarken şantiyelerden bağırırken görüyorsunuz. Şu ana kadar bulabildiğimiz en iyi fikirler bunlar. Araba kornası ha? Bu mu yani?
Erkekleri bunu yaparken gördünüz mü? Nedir bu? Adam arabada. Kadın arabanın önünden geçiyor. Adam kornaya basıyor. Bu adam fikirlerini tamamen tüketmiş…
İnanılmaz olansa yine de kadınları elde edebilmemiz. Erkekler, kadınlarla birlikte olabiliyor. Kadınlarla birlikte olan erkekleri görmüşsünüzdür. İnsanlar “Erkekler, kadınları nasıl elde ediyor?” diye düşünüyor. İzin verin size bizim organizasyondan bahsedeyim. Nerede bir kadın varsa, orada bu işi çözmek isteyen bir erkek vardır. En iyi adamımız olmayabilir. İlgilenmemiz gereken çok şey var. Ama bizim adamlardan bir tanesi olay yerindedir.
Bence erkekler bu yüzden kadınların “Erkeklerle Tanışabileceğiniz Yerler” gibi makaleler okuduğunu görünce sinirleniyor. Biz buradayız. Biz her yerdeyiz. Ve size daha iyi hizmet edebilmek için kornaya basıyoruz.
Seinfeld – Sezon 1 Bölüm 1
Şunu kabul edelim farklıyız. Hatta çok farklıyız. Bence şu an, bir pilot uygulamadayız. Belki de bir tür bitirme teziyiz. Eğer kadın ve erkekler bu gezegende anlaşabilirlerse, diğer pek çok gezegende de bu uygulamaya geçilecek. Başka bir açıklaması olamaz çünkü. Bu kadar farklı 2 insan, aynı yerde bir araya gelemez çünkü. Peki gerçekten de o kadar farklı mıyız?
Kadınların sezgileri daha kuvvetli.
Araştırmalar gösteriyor ki kadınlar duyguları, duruşları, jestleri, ses tonunu, bağlamları ve diğer sözlü olmayan iletişimi erkeklerden daha iyi okuyor. [6]
Diyelim bir kızdan hoşlanıyoruz. Onun yanında geriliyoruz, vücudumuzun kimyası değişiyor, bu değişiklik ses tonumuza yansıyor hatta duruşumuzu etkiliyor. Hoşlandığımız kişinin yanında normalde olduğumuz o kişi olamıyoruz. Ve her gün milyonlarca erkek olarak hoşlandığımız kızla ilgili kendimize şu soruyu soruyoruz: Acaba anlamış mıdır?
Evet anlamıştır. Her ne kadar bunu saklamaya çalışsak da ya da sakladığımızı düşünsek de karşımızdaki bir kadın ve her şeyin farkında.
Peki bunun nedeni ne? Neden kadınlar sözlü olmayan iletişimde daha iyiler? Cevabı kadın beyninde. Çünkü kadın beyninde, beyin yarımkürelerini bağlayan daha fazla sinir ağı var. [7] Onlar bu sayede iki yarım küre arasındaki uzak mesafe bağlantıları daha iyi kuruyorlar. [8]
Erkek beyninde ise kadınlara oranla daha fazla kısa sinir bağlantıları var. Yani kadın beyni daha iyi bağlantılıyken erkek beyni ise daha kategorize bir halde. [9]
Kadınlar ve erkekler nasıl düşünüyor?
Araştırmalar gösteriyor ki kadınlar düşündüklerinde daha fazla veri topluyor, bu bilgileri daha karmaşık modellere yerleştiriyorlar ve ilerlemek için daha fazla yol düşünebiliyorlar. [10] Kadınlar düz çizgilerden ziyade bir bilgi ağı şeklinde düşünüyorlar. Bu düşünce tarzını Fisher “ağ şeklinde düşünmek” olarak adlandırıyor.
Erkekler ise hedefe odaklanıyor, diğer detayları alakasız olarak görüyor ve kararları daha doğrusal bir yol izliyor. Fisher erkeklerin bu düşünce şekline ise “adım düşüncesi” diyor.
Kadınların ağlar kurarak düşünmesi ve erkeklerin daha doğrusal hedef odaklı düşünmesinin nedeni ise evrimsel olarak şu şekilde açıklanabilir: İlk insanları düşünün. Erkeğin görevi avına odaklanmak, onu görünce kafasına vurarak onu etkisiz hale getirmek. Bu dar ve hedef odaklı erkekler daha fazla seçiliyor ve bu durum, erkek beyninin daha kategorik bir şekilde evrimleşmesini sağlıyor.
Kadın ise bebeğine özenle bakmak, ateşi yakmak, barakayı yapmak, yemeği pişirmek ve bunun gibi pek çok ev işini yapıyor. Bu da aynı anda pek çok işi düşünen, geniş bir perspektiften bakan ve beyinleri çok çeşitli ağlar kuran kadınların evrimsel olarak seçilmesini sağlıyor. [11]
Evet farklıyız. Hem de çok farklı. Ama yine de bir şekilde bir araya gelebiliyoruz. Birbirimize aşık olabiliyoruz değil mi? Diyelim birlikteyiz. Peki o sırada beynimizde ne oluyor? Bir aşığın beyni nasıl çalışıyor?
AŞIK KAFASI
Sürekli düşündüğüm birisi var. Kendisinin sürekli aklımda olması yetmezmiş gibi, bir de onu rüyalarımda görüyorum. Hatta bir gün, onu rüyamda görmediğim nadir günlerin birinde, rüyamdaki diğer insanlar birbirlerine onu soruyor: “Bugün onu göremedik buralarda. Nerede acaba bilen var mı?”
Peki bu sırada beynimde neler oluyor? Aşıkken acaba beynimin hangi bölümleri aktif oluyor? Bu bölümlerin aktif olmasını sağlayan aşk dışında bir şey var mı?
Aşk bir bağımlılıktır.
Nörobilimci Andreas Bartels ve Semir Zeki, mutlu aşıkların beyinleriyle vücutlarına yakın zamanda kokain enjekte eden bağımlıların beyinlerini karşılaştırıyor. Ve görüyor ki aşıkların beyinlerinde aktif olan bölgeyle bağımlılarda aktif olan bölge aynı. [12]
Bu durum terk edilmede de değişmiyor. Yapılan başka bir araştırmada ise yakın zamanda terk edilen ve hala o kişinin dönmesini bekleyen kişilerin beyni inceleniyor. Ve yine görülüyor ki bu insanların beyinlerinde aktif olan bölgeler, kokain ve diğer uyuşturucuları arzulayan insanlarınkiyle aynı bölge. [13]
Aşk bir ödüldür.
Peki bizi, kokain bağımlısından farksız yapan bu bölge, beynimizin hangi bölgesi? Helen Fisher, bunu öğrenmek için aşıkların beyinlerini incelediği bir araştırmaya imza atıyor. [14]
Fisher, yaklaşık 7 aydır aşık ve mutlu olan 10’u kadın 7’si erkek 17 kişiyi fMRI cihazının içine sokarak onlara 2 ayrı görev veriyor.
Önce bu kişilerden sevdikleri kişinin fotoğrafına bakmaları isteniyor. Sonra ise kendileri için bir önem arz etmeyen nötr bir kişinin fotoğrafına bakmaları isteniyor. Bu 2 görev arasında da bir dikkat dağıtma görevi veriliyor (katılımcılardan 6.137’den geriye 7’şer 7’şer saymaları isteniyor).
Bu dikkat dağıtma görevinin nedeni ise yoğun duygu yaratacak sevdiğin kişiye bakma görevinden sonra beyni temizlemek. Yani ilk görevden kalan bir duygu durumunun ikinci görevi etkilemesine engel olmak.
Testte 2 beyin durumunun farkı incelenerek aşık beyninde yani sevdikleri kişinin fotoğrafına bakan grupta hangi bölgelerin aktif olduğunun öğrenilmesi hedefleniyor.
Testin sonunda aşık beynindeki ventral tegmental alanın (VTA) daha aktif olduğu görülüyor. Bu bölüm beynin ödül merkezi. Yani dopamini üreten ve beynin diğer bölgelerine gönderen sistem. Dopamin ise enerji, öfori (aşırı heyecan ve mutluluk), arzulama, odaklanma ve motivasyondan sorumlu bir uyarıcı.
Araştırma, aşıkların ödül sisteminin aktif olduğunu gösteriyor. Yani bizi hayatta tutarak neslimizin devamını sağlayan aşk, aynı zamanda bizim için bir ödül.
Aşkı bir ödül olarak gören hatta merkezine aşkı koyan bir öğreti var. Bu topraklardan çıkan bir felsefe. Tahmin ettiniz değil mi? Tasavvuftan bahsediyorum. Peki merkezinde aşk olan bir öğreti için aşk için neler söylüyor?
TASAVVUF’TA AŞK
Deneysel Tedavi Yöntemi
Bir iş çıkışı Nişantaşı’na doğru gidiyorum. Bir ilk buluşmaya… Kendisiyle bir ortak arkadaş vasıtasıyla tanışmıştım. O arkadaşımın olduğu birkaç etkinlikte de onunla bir araya gelmiştik. Ama hiç, ayrı buluşmadık. Bu, ilk buluşmamız olacak. Mekana gidiyorum. Biraz bekledikten sonra, içeri bir kız giriyor. Evet, gelen kişi o.
Önce yemek yiyoruz, sonra da bir şeyler içiyoruz. Sohbetimiz inanılmaz akıcı gidiyor. Bu kadarını ben bile beklemiyorum. “Sanırım şu ana kadarki en iyi ilk buluşmamın içerisindeyim” diyorum.
Onunlayken bir şey fark ediyorum. Hem onunla sohbetimizden hem de benim kendi konuşmamdan inanılmaz keyif alıyorum. “Vay be ben aslında böyle biriymişim” diyorum kendi kendime. Onunla konuşurken bir bakıma kendimi hatırlıyorum. Çünkü çok uzun zamandır kendimi unutmuştum.
Yoğun çalışma temposu, mesailer, konkurlar, iş stresi ve sonra yine mesailer derken bambaşka birine dönüşmüşüm. Sistem bir şekilde beni mekanik bir bireye dönüştürmüş. Ve kendim olmayı unutmuşum. En azından o ilk buluşmaya kadar.
O günse onun yanında, onunla konuşurken kendimi hatırlıyorum. Ve kendimden keyif aldığımı fark ediyorum. İşim, maalesef beni öldürmüştü. Ama o gün tekrar doğuyorum.
Ya da o güne kadar hastaydım. Onunla konuşurkense iyileşiyorum. Belki de aşktan önceki hayatımız, bir tür hastalıktır. Aşk ise bir tür tedavi. Ama, henüz kanıtlanmamış, test aşaması devam eden, deneysel bir tedavi. O gün, aşkın bir deneyesel tedavi yöntemi olduğunu düşünüyorum.
Ölüm döşeğinde bir hastasın.
Tedavisi olmayan bir hastalıkla boğuşuyorsun.
Bu hastalık yüzünden bitkisel hayatta gibisin.
Hiçbir şeyden keyif alamıyorsun.
Hiçbir şey hissetmiyorsun.
Hayattasın ama yaşamıyorsun.
Olabilecek tüm yöntemler, tüm ilaçlar ve tüm tedaviler denendi.
Fakat hiçbiri sana bir fayda sağlamadı.
Hastalığın hiçbir tedaviye yanıt vermiyor.
Modern hayatın tüm kaynakları önüne sunuldu.
Hiçbiri bu hastalığa çare değil.
Ama henüz onaylanmamış, umut vadeden deneysel bir tedavi yöntemi var.
Bazı deneklerde inanılmaz sonuçlar elde edildi.
Milyonlarcasının hayatını kurtardı.
Yalnızca hayatlarını kurtarmakla kalmadı, onlara yaşama sevinci, bir umut ve bir anlam da verdi.
Fakat bazı deneklerde ise tam bir hüsrana yol açtı, hayatlarını mahvetti.
Deneklerin bazıları tedavi sonrası çektikleri acılarla yaşayamadı.
Bazıları bunun bir tedavi olmadığını bir tür ceza olduğunu iddia etti.
İşte bu yüzden, bu deneysel tedavi yöntemini denemeye korkuyorsun.
Senin hayatını da mahvedebilir diye.
Belki mahvedecek.
Ama belki de kurtaracak.
Eğer kurtarırsa, işte o zaman yaşıyor olduğunu hissedeceksin.
Yaşıyor olduğunu hissedeceksin.
Ölmekte olan ve henüz yaşamayan senin tek isteğin de bu değil miydi?
Ertesi gün işe gitmek için minibüse biniyorum. Arkamdan birisi bana para uzatıyor. Bana para uzatan kişiye bakıyorum ve gülümsüyorum. O an, o kişiyi sevdiğimi fark ediyorum. Parayı ondan alıp önümdeki kişiye uzatıyorum. Önümdeki kişiyi de sevdiğimi fark ediyorum. Minibüsteki herkesi seviyorum. Daha önce hiç, herkesi sevmemiştim.
Bir gün önce buluştuğum kişiden o kadar hoşlanıyorum ki ondan hoşlanmam, diğer herkesi de sevmemi sağlıyor. Peki, aşkın böyle bir gücü var mı? Yani onu sevmem, kendimi sevmemi ve diğer herkesi de sevmemi sağlayabilir mi?
Jaco Van Dormael ile tanışın. Kendisi The Brand New Testament (Yeni Ahit) filminin yönetmeni. Dormael’in Yeni Ahit filminde, kendinden nefret eden ve her gün, sokakta bir yerlere gizlenip rastgele birilerini öldüren bir katil var. Bu katilin karşısına öldüremediği bir kadın çıkıyor. Ve katil, o kadına aşık oluyor. Bu aşk da onun, insanları öldürmesine son vermesini sağlıyor.
Bu aşktan sonra katil, aynaya bakarken aynadaki yansıması ona sarılıyor. Katil, böylece kendisiyle barışıyor ve artık kendisinden nefret etmiyor.
Yönetmen Jaco Van Dormael ayna sahnesiyle “ancak bir başkasını sevdiğinde kendinle barışabilir ve kendini sevebilirsin” diyor.
Dormael’den 8 asır önce ise bu diyalog Mesnevi’de şöyle yankı bulmuştu:
Bir sevgili, aşığına sordu: Beni mi çok seversin yoksa kendini mi?
Aşık dedi ki: … Kendimi seversem seni sevmiş olurum, seni seversem kendimi sevmiş olurum.
Mesnevi; Cilt: V; 2020
Bu arada hayır, yukarıda bahsettiğim kişiyle bir ilişkimiz olmuyor. Birkaç kez daha buluşuyoruz. Mesajlaşıyoruz, telefonla konuşuyoruz. Ama iletişimimiz bir ilişki seviyesine gelmiyor. İlişkinin olmamasını bir kenara bırakırsak onunla buluşmamın ve ona karşı bir şeyler hissetmemin bir nedeni olmalı değil mi?
TASAVVUF’A GÖRE NEDEN AŞK VAR?
Tanrı’yı Anmak İçin
Tasavvuf’ta aşk, asıl olana yani Tanrı’ya olan aşktır. Herhangi bir kişiye duyulan aşk ise o asıl aşkın bir yansımasıdır. Mevlana, bu durumu Mesnevi’de şöyle anlatır:
Güneşin ziyası duvara vurdu, duvar kendinden olmayan bir parlaklık, bir ziya elde etti.
Ey temiz ve saf kişi, neden bir kerpice gönül veriyorsun? Ebedi olan bir aslı iste.
Mesnevi; II: 708-709
Tasavvuf’a göre her birimiz aynı özden oluşmaktayız. Bu öze “Tanrı ışığı” diyebiliriz. Ben, birisine aşık olduğumda aslında olan şey şu: Ben, o kişi aracılığıyla, o özü yani Tanrı ışığını görüyorum. Hoşlandığım kişi, benim o özü görmemi sağlıyor. Ve ben aslında, o kişi aracılığıyla Tanrı’ya aşık oluyorum.
O ünsiyet, onların duvarına vuran güneş ziyasından ibarettir. O akis, güneşe gitti.
Yiğidim, o ışık nereye düşerse sen ona aşık oluyorsun.
Her vara taalluk eden aşkın, Tanrı vasfından, meydana gelir, o şeyin yaldızından, o şeyin zahiri güzelliğinden değil.
…
Duvardaki ışık, güneşe varır.
Sen de sana layık olan o güneşe git.
Mesnevi; Cilt: III; 552-559
Bu aşkın yani öze olan aşkın, Tasavvuf açısında şöyle bir önemi var: Ben bu aşk ile diğer herkesi de sevmeye başlıyorum. Çünkü diğer herkes de aslında bu özden oluşuyor.
İşte Tasavvuf’a göre aşık olmamızın nedeni de herkeste ve her şeyde o özü görmemiz. Bu özü görmemizin de çok yüce bir anlamı var: Biz baktığımız her yerde o özü gördüğümüzde, aslında Tanrı’yı anmış oluyoruz.
Her hayvan, her bitki, nereye baksa; nereye varsa Tanrı güzelliğini görsün, ondan gıdalansın dedi.
Onun için o oraya “Nereye dönerseniz Tanrı yüzü var” buyurdu.
Susar da bir bardaktan su bile içerseniz suyun içinde Tanrı’ya bakmaktasınız.
Fakat aşık olmayan suya bakar da suyun içinde kendi yüzünü görür ey gözü açık er!
Ama aşığın sureti, Tanrı’da fani olursa söyle bakalım, suda kimin suretini görür?
Güneşte Tanrı güzelliğini görür aşıklar. Gayret, sahibi Tanrı’nın sanatıyla nasıl ay, suya vurur da suda görünürse güneşte de hak görünür.
Mesnevi; Cilt: VI; 3641-3646
Tasavvuf’a göre neden aşık olduğumuzu öğrendik. Peki Tasavvuf aşk için neler söylüyor?
TASAVVUF’A GÖRE AŞK NEDİR?
Aşk, bir olmaktır.
Aşık olunca, bizim ve diğer herkesin içinde olan “bir özü” fark ediyoruz. Bu öz benim, bu öz o aşık olduğum kişi, bu öz diğer herkes ve her şey.
İşte bu bakış açısı bizi var olan her şeyle “bir” yapıyor. Çünkü hepimiz aslında aynı özün parçalarıyız. O yüzden bir kere aşık olunca bir başkasına asla zarar veremem, onu üzemem. Çünkü ona zarar verirsem ya da onu üzersem, aslında bir bakıma kendimi de üzmüş olurum.
Bu birlik duygusu önce sevdiğimizle başlıyor. Artık kendimizi, sevdiğimizden ayrı görmüyoruz. Onun başına gelen kötü bir olayı bizim başımıza gelmiş gibi defetmeye çalışıyoruz. Onun mutluluğunu, kendi mutluluğumuz olarak görüyoruz. Çünkü biz ayrı değiliz. Biz biriz.
Mecnun dedi ki: “Ben yaradan korkmuyorum. Sabrım, taştan yapılma dağlardan da fazladır.
Yarasız durmaya hatta tahammülüm yok. Yaralara aşığım, onlara koşa koşa giderim.
Fakat vücudum Leyla ile doludur. Bu sedef, o incinin sıfatlarıyla dolmuştur.
Ey hacamatçı, korkarım beni hacamat ederken Leyla’yı yaralarsın.
Gönlü aydın olan akıllı kişi, bilir ki benimle Leyla arasında fark yoktur.”
Mesnevi; Cilt: V; 2015-2019
Birlik duygusu onu sevmemizi, onu sevmemiz de kendimizi sevmemizi sağlıyor.
Bir sevgili aşığına sordu: “Beni mi çok seversin, kendini mi?”
Aşık dedi ki: “Ben kendimden ölmüş, kurtulmuş, seninle dirilmişim.
Kendi varlığımdan, kendi sıfatlarımdan yok olmuşum, seninle var olmuşum.
İlmimi unutmuşum, senin bilginle bilgi sahibi olmuşum.
Kudretimi hatırdan çıkarmışım, senin kudretinle kudretlenmişim.
Kendimi seversem seni sevmiş olurum, seni seversem kendimi sevmiş olurum.”
Mesnevi; Cilt: V; 2020
Sevdiğimizle yaşadığımız bu birlik duygusu, bir noktadan sonra sadece sevdiğimizle sınırlı kalmıyor. Ve biz aşk ile yaşayan herkesi ve her şeyi de sevmeye başlıyoruz. Çünkü diğer herkes ve her şey de bizim bir parçamız; biz aynı zamanda diğer herkes ve her şeyiz. İşte böylece eksik ya da yarım olan biz, aşk ile bir bütün oluyoruz. Peki bütün olmamız ne işe yarıyor?
Bütün olmak, bizi bir üst seviyeye taşıyor. Böylece hayata bir üst seviyeden bakabiliyoruz. Hayata bir üst seviyeden bakınca da günlük sıkıntıların, problemlerin aslında o kadar önemli olmadığını fark ediyoruz. Canımızı sıkan o küçük detaylar artık canımızı sıkmıyor. Hatta canımızı sıkan şeylere bile aşık olabiliyoruz.
Mike Cahill ile tanışın. Kendisi Another Earth filminin yönetmeni. Cahill, filmde şöyle bir kozmonot hikayesinden behseder:
Rus kozmonotun hikayesini biliyor musun? İşte bu kozmonot, uzaya giden ilk insan. Ruslar, Amerikalıları alt etti. İşte bu kozmonot kocaman gemisiyle uzaya gidiyor, ama kendisinin yaşayabileceği alan ise küçücük.
Kozmonot orada, penceresinden Dünya’yı ilk kez görüyor. Yani demek istediğim, bu adam Dünya’ya ilk defa dışarıdan bakıyor. Ve o anda kendini kaybediyor.
Ve birdenbire kontrol panelinde garip bir tik sesi gelmeye başlıyor. Kontrol panelini söküyor, aletlerini alıyor. O tik sesini bulmaya ve onu durdurmaya çalışıyor. Ama bir türlü bulamıyor. Bir türlü durduramıyor o sesi. Ses sürekli geliyor. Birkaç saat sonra bu ses ona işkence gibi gelmeye başlıyor.
Bu sesle geçen birkaç gün sonra ise bu sesin onu çıldırtacağını biliyor. Kafayı yiyor. Ne yapacak? Uzayda kapalı bir alanda tek başına. Bu sesle geçireceği 25 günü daha var.
Kozmonot şuna karar veriyor: Akıl sağlığını korumasının tek yolu bu sese aşık olmak.
Gözlerini kapatıyor, hayal gücüne dalıyor ve sonra gözlerini açıyor. Artık o tik sesini duymuyor. Onun yerine müzik duyuyor. Uzaydaki bu yolculuğunu huzur ve mutluluk içinde geçiriyor.
Another Earth – Yönetmen: Mike Cahill
O kozmonot o sese aşık oluyor ve o ses artık onun canını sıkmıyor. O ses ona muhteşem bir melodi gibi geliyor. Çünkü aşıkken normalde canımızı sıkacak hiçbir detay artık canımızı bir daha sıkamaz. Çünkü artık “bir bütünüz”. Var olan her şey bizim bir parçamız. Aynen o canımızı sıkan ses gibi.
Peki bütün olmanın başka bir avantajı daha olabilir mi? Örneğin, bizi ölümsüz yapabilir mi? Tasavvuf’a göre evet.
Aşk, ölümsüz olmaktır.
Peter Lowey ile tanışın. Kendisi Gotye’nin Save Me klibinin yönetmeni. Klibe göre aşktan önce paramparça bir haldeyiz. Ve biz, ancak aşkı bulduğumuzda bir bütün olabiliyoruz. Aşk bizi paramparça bir halden kurtarıp bir bütün yapmakla kalmıyor, aynı zamanda sonsuz olmamızı da sağlıyor.
Peter Lowey’in bu klibinden yüzyıllar önce bu görüş, Yunus’un dizelerinde şöyle yankılanmıştı:
Derviş Yunus öldü diye sela verirler.
Yunus öldü diye sela verirler.
Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez.
Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez.
Bu Aklı Fikr İle – Yunus Emre
Peki Allah aşkına bir aşk, bizi nasıl sonsuz yapabilir? Aşkla nasıl ölümsüz olabiliriz? Önce gelin, ölümsüzlüğün ne olduğuyla başlayalım. Bizler, yani ölümlü insanlar ölümsüz olmak için dünyaya eserler bırakıyoruz. Kitaplar yazıyoruz, şarkılar besteliyoruz, binalar inşa ediyoruz… Çünkü ancak yaptığımız bir eserle ölümsüz olacağımızı biliyoruz. Peki Tasavvuf’a göre ölümsüz olmak için ne yapmamız gerekir? Ne inşa etmeliyiz? Cevabı, Yunus versin.
Yunus Emre der hoca,
Gerekirse var bin hacca
Hepsinden eyice
Bir gönüle girmektir.
Yunus Emre – İlim İlim Bilmektir
Birisi sizi sevdiğinde, onun gönlünde bir yer ediniyorsunuz. Ve Tasavvuf’a göre her birimizin içinde aynı öz var. Her birimizin içinde bir Tanrı ışığı var. Gelin, bu Tanrı ışığına gönül diyelim. İşte siz bir gönülde yer edindiğinizde yalnızca o kişinin gönlüne girmiş olmuyorsunuz. Çünkü onun gönlü, tüm gönüllerin olduğu ortak bir sistemin parçası. Yani bir gönle girerek aslında bütünün içinde bir yer ediniyorsunuz.
Siz ve sevdiğiniz ölseniz bile, bu öz sizden sonra dünyaya gelenlerde yaşamaya devam ediyor. Siz o gönlü sevgiyle doldurduğunuz için bütünün daha sevgi dolu olmasını sağlıyorsunuz.
Bu, aynı zamanda şu anlama geliyor: Sizin gönlünüz, sizden önce gelen herkesin gönlünden bir parça taşıyor. Yani sizde daha önce birbirini seven tüm insanların sevgisi var. Ve sizin sayenizde bu durum, sizden sonraki insanlarda da olmaya devam edecek. Üstelik daha fazla sevgiyle.
Şimdi çok önemli bir soruya geçiyorum: Siz hiç, yeni tanıştığınız birisiyle daha öne tanıştığınızı düşündünüz mü? Ya da yeni tanıştığınız birisini çok uzun zamandır tanıdığınızı hissettiniz mi? Eğer cevabınız evetse, bunun nedeni şu: Her birimizin içinde aynı öz var. Ve bu öz, yüzyıllardır karşılaşıyor, birbirini seviyor ve sevmeye devam edecek.
Mike Cahill, I Origins filminde bunu şu şekilde anlatıyor:
Büyük patlama gerçekleştiğinde, evrendeki tüm atomlar hep birlikte dışa doğru patlayan küçük bir noktanın içinde çarpışmaktaydı.
Yani benim atomlarımla senin atomların kesinlikle o zaman birlikteydiler ve kim bilir, belki de son 13,7 milyar yılda birçok kez birlikte çarpıştılar. Yani benim atomlarım senin atomlarını tanıyordu ve her seferinde de tanıdı. Benim atomlarım senin atomlarını hep sevdi.
I Origins – Yönetmen: Mike Cahill
İlk aldığım U2 albümü olan All That You Can’t Leave Behind’da yer alan Wild Honey şarkısının sözleri de aynı şeyi söylüyor:
Did I know you?
Did I know you even then?
Before the clocks kept time
Before the world was made
From the cruel sun
You were shelter
You were my shelter and my shade
Seni tanıyor muyum?
O zamandan beri?
Saatler henüz çalışmaya başlamadan önce
Dünya henüz oluşmadan önce
Sen beni acımasız güneşten koruyan sığınağımdın
Sen benim sığınağım ve gölgemdin.
Wild Honey – U2
Mevlana ise Mesnevi’de bu konuyu şöyle anlatıyor:
Bu ten aleminden önce de o iki ruh, birbirine eş olmuş, birbirine aşina olmuştu.
Zaten iş, tenden önce olan iştir.
Sonradan meydana gelenlerden geç.
Mesnevi; Cilt: II; 1050
Kısaca hayat, aynı özün ya da enerjinin bizler aracılığıyla yaptığı bir dans. Bu dans sonsuza kadar devam edecek. Eğer bir gönle girersek bu dansın daha sevgi dolu olmasını sağlayabiliriz. Bir gönle girersek bu dansa bir hareket katmış oluruz. Bu da bizi sonsuz yapar. Çünkü kattığımız bu hareket, dansın bundan sonraki hareketinde hep olmaya devam edecek.
Peki diyelim birisi bizim gönlümüze girdi. Aşık olduğumuz birisi var. Bizim de onun gönlüne girmemiz şart mı? Birisini seviyoruz. Onun da bizi sevmesi şart mı?
Aşk, bir alışveriş değildir.
Diyelim birisine aşığım. Ne yaparım? Önce kendimi ona ifade etmeye çalışırım. Onun için bir şeyler yaparım. Ona sevgimi gösteririm. Karşılığında da onun da beni sevmesini beklerim değil mi? Yani bir şeyler veririm, karşılığında bir şeyler almayı beklerim. İşte bu aşk değil. Bu olsa olsa bir alışveriş. Ve tasavvufa göre aşkın alışverişle uzaktan yakından ilgisi yok.
İbrahim Bey’le tanışın. Kendisi François Dupeyron’un yönettiği İbrahim Bey ve Kuran’ın Çiçekleri filminin kahramanı. İbrahim Bey, Ömer Şerif tarafından canlandırılan Sufi bir Türk. Ve filmde aşk acısı çeken Momo’ya şunu söylüyor:
Bunun bir önemi yok. Ona olan aşkın, senin. Sana ait. Seni bağlar. Reddetse bile bunu yıkamaz. Sadece bundan faydalanamamış olur.
Verdiğin şey, senin olur Momo. Ama sakladığınsa, sonsuza dek kaybolur.
İbrahim Bey ve Kur’an’ın Çiçekler – Yönetmen: François Dupeyron
Peki, “verdiğin şey senin olur” derken tam olarak neyi vermemiz bekleniyor. Taavvuf bizden aşkımız için neyi vermemizi istiyor?
Aşk yok olmaktır.
Aşk öncelikle gönlü vermektir.
Ey aşık, aşıkların hayatı ölümdedir. Gönlü, gönül vermeden başka bir suretle bulamazsın.
Mesnevi; Cilt: I; 1751
Aynı zamanda canını vermektir.
O para veriş cömert kişiye layıktır. Can vermekse esasen aşığın vergisidir.
Mesnevi; Cilt: I; 2235
Aşk, sahip olduğun her şeyini verip yok olmaktır. Aşk kısaca, yok olmaktır.
Dedi ki: “Aşık hararetle sevgiliyi arar… Fakat sevgili geldi mi o aşık yok olur, kendisinden geçer gider.
Sen Tanrı aşığısın; Tanrı, ona derler ki geldi mi sende bir kıl ucu kadar olsun varlık kalmaz.
O nazarın karşısında senin gibi yüzlercesi fanidir…
Hocam, meğerse sen kendini yok etmeye aşıkmışsın!
Sen bir gölgesin, güneşe aşıksın… Şems geldi, elbette derhal gölge yok olur.
Mesnevi; Cilt: III: 4620-4623
Tasavvuf’a göre bedenimiz esas itibariyle kirlidir. Bedenin kirliliğinden kasıt ise egomuz ya da “hayvan nefsimiz”dir. Ama bir kere aşık olunca, o özü, o Tanrı ışığını bir kere keşfedince artık eskisi gibi olamayız. Sadece kendimizi düşündüğümüz, kendi nefsimize hizmet ettiğimiz o dünyaya elveda deriz. Çünkü artık, sadece tek bir kişiden oluşmadığımızı anlarız. Bizim içimizde ne varsa, diğer herkesin içinde de o şeyin olduğunu fark ederiz. Bu durumda bize düşense gönlümüzü, canımız vermek kısaca yok olmaktır. Çünkü ancak bu şekilde egomuzu ve onun ürettiği düşünceleri yok edebiliriz. Burada egoyla kastettiğim şey, ayrı bir ben düşüncesi; düşüncelerle anlatmak istediğim şey de aşka karşı oluşturduğumuz önyargılardır.
Aşk egoyu yani “ayrı bir ben düşüncesini” yok eder. Ayrı bir ben düşüncesi de tüm kötülüklerin anasıdır. Ben düşüncesi öncelikle bir korku ve endişe yaratır. Çünkü akla “ya bana bir şey olursa, ya benim hakkımda şöyle düşünürlerse, ya komik duruma düşersem, ya başaramazsam” gibi sorular getirir. Bu sorular da kişiyi sınırlar, onu risk almaktan korktuğu bir konfor alanına hapseder. Oysa ben düşüncesini ortadan kaldırdığımızda kişi özgürleşir. Komik duruma düşmesine aldırmaz, başkaları ne der umurunda olmaz. Ve kişi ancak bu şekilde kendi sınırlarını aşabilir, potansiyelini keşfedebilir.
Ben düşüncesi aynı zamanda insanın içinde bulunduğu sıkıntılı bir durumdan çıkamamasını sağlar. Son evreye gelmiş kanser hastalarının, alkol-sigara bağımlılarının ve depresyon hastalarının beyni incelendiğinde özellikle bir bölgenin aşırı çalıştığını fark ediyorlar. Bu bölümün adı Default Mode Network (Varsayılan Ağ Modu). [15] Bu bölge ne işe yarıyor biliyor musunuz? Bu bölge, ayrı bir ben düşüncesinin yani egonun oluştuğu yer. Bu insanların kendilerine sordukları soruları bir düşünün: Neden ben? Bu, neden benim başıma geldi? Bu bağımlılığı bırakamayacak kadar aciz miyim? Yine başladım işte… Dikkat ettiniz değil mi? Bu cümlelerin hepsinin öznesi “ben”.
İşte ben düşüncesi, sürekli bu soruları sormamıza neden oluyor. Bu sorular da bizi içinden çıkılmaz bir döngüye sokuyor. Çözüm ne? Ben düşüncesini ortadan kaldırmak. Ben düşüncesini yok etmenin çeşitli yöntemleri var. O konuda yazdığım yazıya buradan ulaşabilirsiniz: TÜM KÖTÜLÜKLERİN ANASI BEN
Aşk da ben düşüncesini öldüren çözümlerden birisi. Çünkü aşıkken kişi kendisini düşünmüyor. Aşık olmak bir olmayı sağlıyor. Aşık kişi, hayatının merkezine kendisini değil başkasını alıyor.
Aşık olduk ve egoyu öldürdük. Peki egonun ürettiği düşünceleri nasıl yok edeceğiz? Düşünceleri yok etmenin yolu, zihni boşaltmaktan geçiyor. Peki zihin neden boşaltılıyor? Çünkü boşalan o yere, kalp girecek. Peki zihni boşaltmak tam olarak ne?
Zihni boşaltmak, aşka karşı inşa ettiğimiz önyargıları yıkmaktır. Yani “acabalardan”, “yoksalardan” kurtulmaktır. Örnek vermem gerekirse “Biz aslında çok uygun değiliz” düşüncesini yok etmektir. “Ya olmazsa” fikrini kafadan atmaktır. “Ya ben şimdi onun için kariyerimden, işimden, yaşadığım şehirden vazgeçemem” düşüncesini ortadan kaldırmaktır. Kısaca hiçbir şey düşünmemektir. Zen Budizm’de buna “aklın düşünce öncesi haline ulaşmak” denir. Çünkü aklın düşünce öncesi halinde yargılamak yoktur.
İşte Tasavvuf’ta “yok olmakla” kastedilen budur. Yani egoyu ve düşünceleri yok etmek. Mevlana’nın deyimiyle kelebeğin yanan muma kendini atması ve orada kül olması.
Bu âlemin insanları bir mumun alevi önündeki üç kelebek gibidir.
İlk kelebek yaklaştı ve dedi ki: “Ben aşkı biliyorum.”
İkincisi kanatlarıyla azıcık aleve dokundu ve dedi ki: “Ben aşk ateşinin nasıl yaktığını biliyorum.”
Üçüncüsü, kendisini alevin kalbine attı ve alev tarafından tüketildi. Hakiki aşkın ne olduğunu sadece o bilir.
Mevlana – Üç Kelebek
Peki biz aşıklar nasıl yok olacağız? Yani bir aşığa düşen görevler nelerdir?
Bir aşık ne yapmalı?
Tasavvufa göre biz aşıklara düşen tek bir şey var. Bir sonuç elde etme düşüncesi olmadan sevgimizi ifade etmek. Her gün kovulacağımızı bilsek de her sabah gidip sevdiğimizin kapısını, canımızla süpürmek.
Hiçbir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil. Akıl, faydalanacağı şeyi arar.
Aşk yılmaz, canını sakınmaz, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının altına gitmiş gibi belalara uğrar, sabreder.
Öyle pek yüzlüdür ki hiç arkasını dönmez. Bir fayda elde etmek ümidini öldürmüştür içinde.
Neyi var, neyi yoksa ortaya kor, oynar, yutulur, bir ücret aramaz. Tanrı’nın aldığı gibi yine hepsini Tanrı’ya verir, tertemiz olur.
Mesnevi; Cilt: VI; 1967-1970
Bunu yapmak biraz zor gelebilir. Hatta, bayağı bir zor gelebilir. Her şeyini ortaya koyup karşılığında hiçbir şey beklememek… İşte Tasavvuf’a göre sanırım aşkın en net tanımı bu. Kabul etmek lazım acı verebilir. Hatta bayağı bir acı… Hayatımızı çok zor hale getirebilir. Ama Tasavvuf’a göre aşk için bu şart. Çektiğimiz acı mı? O acı değil, o bizim şahidimiz.
Aşk davaya benzer, cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki!
Mesnevi; Cilt: III; 4009
Bu acıyı aynı zamanda bir test olarak da düşünebiliriz. Çünkü, gerçek aşığı, diğer kendini aşık zanneden insanlardan ayırmak için bir test gerekli. Yoksa gerçek aşık, aşkın hakkını veremeyecek diğer insanlardan nasıl sıyrılacak?
Bir delikanlı, kızın birine delicesine aşık olmuştu. Fakat bir türlü vuslat zamanı gelmiyordu.
Aşk, ona yeryüzünde bir hayli işkenceler etmişti. Aşk neden, önce aşığa kinlenir?
Neden önce kanlı katil gibi davranır? Doğru aşık olmayan kaçsın, aşktan vazgeçsin diye!”
Mesnevi; Cilt: III; 4749-4751
AŞK DAHA BAŞKA NE OLABİLİR?
Ajanstayım. Önümde bir brief var. Birkaç gün sonrasına beni bir sunum bekliyor. Ama ben o sırada ne brief’i ne de sunumu düşünüyorum. Tek düşündüğüm şeyse bir gülümseme. Onun gülümsemesi. Kendi kendime diyorum ki “Allah aşkına ben ne yapıyorum bu masada? Bu brief de ne? Benim üzerinde çalışmam gereken brief bu olmamalı. Benim üzerinde çalışmam gereken brief o gülümseme olmalı. Ben o gülümsemeyi tekrar görebilmek için çalışmalıyım. Hatta bu benim hayat brief’im olmalı. Onu gülümsetebilmek. Çünkü benim için üzerinde çalışmaya değer tek ve en anlamlı brief bu: O gülümsemeyi bir kez daha görebilmek. Onu gülümsetebilmek.
Peki bu düşüncede yalnız mıyım? Yani aşk, bir varlık sebebi olabilir mi? Christopher Nolan’a göre öyle.
Christoph Nolan’ın Interstellar filmi, her ne kadar bir bilim-kurgu gibi görünse de özünde bir savaşı anlatır. Aklın kalbe karşı savaşını… Filmde Cooper (Matthew McConaughey) aklı, Brand (Anne Hathaway) ise kalbi temsil eder.
Filmde ekip, yaşamın olabileceği en olası gezegene gitmek üzere yola çıkmıştır. Bu şekilde orada bir koloni kurup dünyadaki yaşamı oraya taşıyacaklardır. Ama doğru gezegen için bir seçim yapmaları gerekir. İki ayrı gezegene gönderilen iki astronottan da o olumlu raporlar gelir.
Cooper yani akıl, Mann’in (Matt Damon) olduğu gezegene gitmeyi önerir. Brand ise ona olan önceki hislerinden dolayı Wolf’un olduğu gezegene gitmek ister. Brand, kendini şu şekilde ifade eder:
Şimdi beni dinle, aşk bizim icat ettiğimiz bir şey değil. Bu gözlemlenebilir bir şey. Güçlü de.
Belki daha fazlasıdır, henüz anlamadığımız bir şeydir. Belki bir kanıttır, belki de daha ileri bir boyutun bilinçle algılayamadığımız eseridir.
On yıllardır görmediğim ve muhtemelen ölü olduğunu bildiğim birine uzay boyunca sürüklendim.
Aşk, zamanın ve uzayın boyutlarını aşan bildiğimiz tek şeydir. Belki de onu anlamasak da ona inanmalıyız.
Tamam Cooper, küçük bir olasılık da olsa Wolf’u görme ihtimalim beni heyecanlandırıyor. Ama bu yanlış olduğum anlamına gelmez.
Brand (Anna Hathaway) – Interstellar
Cooper’ın dediği olur. Akıl kazanır. Mann’in (Matt Damon) olduğu gezegene giderler. Ama Mann’in gezegeninde onları büyük bir tehlike beklemektedir. Çünkü Mann’in gönderdiği raporlar yanlıştır. Mann özellikle yanlış raporlar gönderip onları kandırmıştır. Akıl, yanlış karar vermiştir.
Filmin sonunda ise Brand’i (Anne Hathaway) Wolf’un gezegeninde koloni kurarken görürüz. Yani hayat Wolf’un gezegenindedir. Brand’in seçimi en baştan beri doğrudur. Kalbin seçimi, doğrudur ve onları hayata yönlendirmiştir.
Interstellar ile kalbin seçimine saygı duruşunda bulunan Christopher Nolan, bir adım ileriye gider ve aşkın bir varlık sebebi olduğunu söyler. Cooper, kızı Murph’ün odasına erişimin olduğu sınırsız kütüphaneyle çevrili bir ortamdadır. Bu ortam sayesinde odadaki tüm anları görebilir. O sırada Cooper ve robot TARS arasında şöyle bir diyalog geçer:
Cooper: Anlamadın mı TARS? Buraya kendimi ben getirdim. 3 boyutlu dünyayla iletişim kurmak için buradayız. Biz köprüyüz. Onların beni seçtiklerini sanmıştım. Ama onlar beni seçmedi, Murph’ü seçti.
TARS: Ne için Cooper?
Cooper: Dünyayı kurtarmak için. Tüm bunlar, küçük bir kızın yatak odası, onun her bir anı. İnanılmaz karmaşık. Sonsuz evren ve zamana erişimleri var ama herhangi bir şeyle bağlı değiller. Zamanda belirli bir anı bulamıyorlar, iletişim kuramıyorlar. İşte bu yüzden ben buradayım. Aynen bu anı bulduğum gibi, bunu Murph’e anlatmanın bir yolunu bulacağım.
TARS: Nasıl, Cooper?
Cooper: Sevgiyle TARS, sevgiyle. Tıpkı Brand’in dediği gibi. Murph’le olan iletişimim ölçülebilir. Anahtar bu.
TARS: Ne için buradayız?
Cooper: Ona bunu anlatmanın bir yolunu bulmak için…
Interstellar ile Nolan şunu söyler: Dünyaya gelme nedenimiz yani varlık sebebimiz zamandan, mekandan, boyutlardan bağımsız olarak sahip olduğumuz en büyük güç olan sevgiyi ifade etmenin bir yolunu bulmaktır.
SON SÖZLER
Bir antropolog, bir romantik komedi filmi senaristi, bir bilim adamı, bir Zen ustası, bir Sufi dervişi ve bir ben, bir araya gelsek aşk adına ne söylerdik?
Antropolog
Aşk yani romantik güdü, nesli devam ettirme motivasyonudur. Amacı tek seferde bir kişiye odaklanmamızı sağlamaktır. Böylece seks güdüsü ve bağlılık da tetiklenir. Seks güdüsü, genimizi bir sonraki nesle aktarmamızı sağlar. Bağlılık da yeni neslin büyüyüp gelişmesi için bizim bu ilişkiyi sürdürmemizi sağlar.
Romantik Komedi Filmi Senaristi
Her birimizin bir gerçek aşkı var. Ve hepimiz o doğru kişiyle sadece bir kere karşılaşabiliyoruz. Peki onun o olduğunu nasıl anlayacağız? Onunla karşılaşınca anlamayacağız, hissedeceğiz. Peki o nerede? Saniyelerimizin arasında.
Sean Ellis’in yönettiği Cashback filminde, şöyle bir aşk tanımı yapılır:
Bir zamanlar aşkın ne olduğunu öğrenmek isterdim. Aşk olmasını istediğiniz yerdedir. Sadece, onun güzellikle sarmalanmış ve hayatınızdaki saniyelerin arasına gizlenmiş olduğunu görmeniz gerekiyor. Eğer bir an için durmazsanız, onu kaçırırsınız.
Cashback – Sean Ellis
Bilim Adamı
Aşk bir bağımlılıktır. Vücudumuza kokain enjekte ettiğimizde her ne oluyorsa, aşıkken de o olur. Varlığı beynin ödül merkezini, yokluğu ise ağrı merkezini etkiler.
Zen Ustası
Gerçek aşk, sahte aşk; doğru kişi, yanlış kişi… Bunlar hep aklın ürettiği kavramlar. Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi ikilikleri üreten aklın yani.
Peki ne yapacağız? Düşünceleri aradan çıkaracağız. Aklın düşünce öncesi haline ulaşmaya çalışacağız. Yani boş akla. Yani hiç düşünceye. Düşünceler olmadığında da her şey bizim için çok net olacak. Böylece aşkı olduğu gibi göreceğiz. Düşüncelerin gölgesi olmadan.
Sufi Dervişi
Senin görevin aşkı bulmak değil. Senin görevin aşkla, O’nu bulmak. O mu? O, hepimizin geldiği ve gideceği yer. O esas, O asıl. O Tanrı. Bizse, O’nun yansımasının bir parçasıyız sadece. O’nu bulmak için ölmeden önce ölmemiz lazım. Yani hayattayken aşk ile egomuzu öldürmeliyiz.
Ben
Öncelikle son sözü bana bıraktığınız için teşekkür ederim.
Bilim Adamı: Son sözü sana bırakmadık ki. Bu yazıyı sen yazdığın için kendini sona bıraktın.
Ben: Tamam, uzatmayalım.
Aşk benim için önce “anlamadığın dilde bir şarkı dinlemekti”, sonra da “deneysel bir tedavi yöntemi” oldu. Şimdiyse aşkı bir “hediye” olarak görüyorum. O yüzden kendime hep şu soruları soruyorum:
Hediyemin hakkını veriyor muyum?
Hislerime layık bir şekilde yaşıyor muyum?
Kalbimin benden istediklerini, sonuçlarını düşünmeden yerine getirebiliyor muyum?
O gülümsemeyi bir kez daha görebilmek için bir şeyler yapıyor muyum?
Onu gülümsetebiliyor muyum?
KAYNAKÇA
[1] Anatomy of Love, Helen Fisher, Sayfa 75
W. Norton & Company; Completely Revised and Updated with a New Introduction edition (February 7, 2017)
[2] Anatomy of Love, Helen Fisher, Sayfa 15
[3] Anatomy of Love, Helen Fisher, Sayfalar 155, 156
[4] Anatomy of Love, Helen Fisher, Sayfalar 26-27
[5] Anatomy of Love, Helen Fisher, Sayfalar 31-33
[6] McGuinnes 1979; McGuinnes ve Pribram 1979; Hall 1978; Hall ve meslekteşları 1977; Zuckerman ve meslektaşları 1976; Hall 1984
[7] Ingalhalikar ve meslektaşları; 2014
[8] Kimura 1983; McGuinnes 1985
[9] Geschwind 1974; Springer ve Deutsch 1985
[10] Fisher 1999
[11] Anatomy of Love, Helen Fisher, Sayfa 198
[12] Anatomy of Love, Helen Fisher, Sayfa 155
[13] Fisher, Brown ve meslektaşları 2010; Diana 2013; Koob ve Volkow 2010; Melis ve meslektaşları 2005; Frascella ve meslektaşları 2010
[14] Anatomy of Love, Helen Fisher, Sayfa 36
[15] How to Change Your Mind, Michael Pollan, Chapter: VI
Penguin Press, 2018
KAPAK GÖRSELİ: Richard Curtis’in Love Actually filminden
Her aşk başlangıcında olmasın, kavuşamasın diye dileyip durdum çünkü kavuşunca aşk olmaz teranesine o kadar inanmışım ki. İçtenlikle kendinizi yazmanız ve yazıya eklemlenmiş sinemasal, tasavvufi detaylar yine çok güzel.
Teşekkürler.
Sen kimsin yoksa ben misin?
Aşık olduğumda anlamlandiramadigım bir çok soruya cevap buldum yazınızda. Ne kadar özenle yazılmış ve ne kadar güzel bir siralama ile aktarılmış. Aşk ve kadın-erkek ilişkileri neredeyse her açıdan ele alınmış. Hayran kaldım açıkçası.. Tam da ihtiyacım olan zamanda karşıma çıktı. Elinize, emeğinize sağlık.
Teşekkür ederim.
Gerçekten şahaneydi. Tüm bunları okuyor olabilmek büyük bir şans benim için🙏💛
Çok teşekkürler.
Yazıyı yazarken aşık mıydın yoksa aşık olmadığın bir zaman mı yazıldı? 🙂 interstellar’ı tekrar izlemeli, hiç o açıdan bakmamıştım
Aslında, aşık olunca böyle bir yazı yazmaya karar verdim. Yani yazarken aşıktım evet.
Mesnevi alıntıları hangi çeviriden. Birçok yayınevinin çıkartmış olduğu çeviriler mevcut. Mesnevi okuyacaklara ne tavsiye edersiniz?
Mesnevi alıntıları Doğan Kitap’tan çıkan Veled Çelebi çevirisinden. Benim en beğendiğim çeviri bu oldu. Bu çeviride daha fazla sadeleştirme olabilirdi, çünkü çok fazla eski Türkçe ve Farsa ifade var. Ama yine de bence en iyisi bu. Bu çevirinin bir diğer artısı da her cildin sonunda ilgili dizelere ait açıklamaların olması.
Cevabınız için teşekkür ederim. Ben de Mesnevi okumak istiyorum. Veled Çelebi’nin çevirisini alacağım. Altı cilt halinde de varmış fakat satış dışı, ben de tek cilt basımını alacağım. Ayrıca internette Abdülbaki Gölpınarlı’nın altı ciltli “Mesnevi Tercemesi ve Şerhi” çevirisini de önerdiklerini gördüm.
Kendiniz nasıl geliştirdiniz
Ben de univertse sinavina hazirlanan biriyim hedefim ilk 5000 civari siz de biliyorsunuz ki cok iyi bir calisma gerektiriyor su ana kadar cok iyi getirdim ama sonra oturdum dedim ki ne yapiyorum ben tüm bunlarin anlami ne bir seylere anlam vermisiz isim takmisiz ve bunlari kendimiz sorup sonra kendimiz cozuyoruz vok kafa yormaya basladim aslinda hep boyleydim ama derslerim icin bu duyguyu bastiriyorum universte sinavima az kaldi ben icin su an cok degersiz ama nasil bir yol izlemeliyim cok bir bilgim yok genel bir arastirma yaparak belki bir yola cikabilirm ama ozmn da universte sinavim aksamiş olucak tam bir dongudeyim
Sinavim bitsin artik artik bu bos konularla birr daha ugrasmicam diyorum ve ders calisirken surekli aklimda sonra kendimi buralarda bulyyorum
Yazilariniz muazzam
Harika bir yazi ,muthis etkilendim. Kaleminize ve yureginize saglik.
Teşekkürler
Bu emeğe teşekkür edilir 🌹
Teşekkürler 🙂